º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
Mürid-22
Türkistan´ın büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdular ki: "Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"İstanbul´da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini, hocası Şeyh Karabaş Ali Efendi hazretleri huzurlarına istedi. Birisi gidip haber verdi. Hasan Efendinin o esnâda başında siyah sarık vardı. O; "Hocamın huzûruna böyle girmek, yolu- muz edebine uymaz." deyip başına beyaz sarık sarmak istedi. Fakat yenisini sarmak için zaman yoktu. Hemen sarığının üzerine beyaz bir gömlek parçası sardı ve hocasının huzûruna koştu. Hocası gecikmesi sebebiyle ona; "Niçin geç geldin?" dedi. Hasan Efendi de; "Efendim biraz geciktim. Affediniz." dedi. O zaman Karabaş Ali Efendi; "Beriye gel." buyurdu. Hasan Efendi yaklaştığında, Karabaş Ali Efendi onun başındaki sarığın üzerine sardığı beyaz gömlek parçasını çözüp alınca, siyah başlığı meydana çıktı. O zaman; "Ey Hasan! Bize karşı edebi gözetirsin. Bundan sonra yanımıza geleceğinde dilediğin şekilde ve zamanda gelebilirsin. Bu sana izindir." buyurdu. Talebeler içinde Hasan Efendiden başkasına bu izin verilmedi.
Ünsî Hasan Efendi hazretlerinin talebeleri içinde Sıdkî Abdullah isminde iyi ve güzel hal sâhibi bir derviş vardı. Bir gün sohbette Ünsî E- fendi dergâhın kapısına bakıp; "Şu gelen kâdıyı kim tanıyor ve bu kime geliyor." dedi. Talebeler gelenin Sıdkî Abdullah Efendi olduğunu gördü- ler ve; "Efendim bu Sıdkî Efendidir." dediler. O zaman Ünsî Hasan E- fendi; "Kâdı sandım." buyurdular. Talebeler buna bir mânâ veremeyip, birbirlerine baktılar ve içlerinden; "Bir hikmeti vardır. Evliyâ boş söz söy- lemez." diye geçirdiler. Sonra Abdullah Efendi içeri girip Ünsî Efendinin elini öptü ve oturdu. Ünsî Efendi ona bakıp; "Abdullah, kâdılık talebinde misin?" buyurdu. O da; "Hâşâ efendim. Öyle bir niyetim yoktur. Aklım- dan da geçmez. Estağfirullah, Allahü teâlâya sığınırım efendim." dedi. Ünsî Efendi, "Seni kâdı zannettim. Ama bu, söz tutmamaktan oldu." de- di. Sohbetten sonra herkes dışarı çıktı. Birbirlerine; "Abdullah Efendinin acaba ne kusuru oldu?" dediler. Sonra da söz tutmamaktan Allahü teâlâya sığındılar. Aradan bir zaman geçti. Bir gün Abdullah Efendi ile talebe arkadaşı Sâatî Ahmed Ağa, Ünsî Efendiden icâzet, diploma iste- diler. Ünsî Efendi bunlara; "Size izin verip birer memlekete göndermek mümkündür. Lâkin hevâ ve arzulardan geçmek lâzımdır. Nefsin hevâsı- na, isteklerine tâbi olmaktan sakınmak gerektir. Mâdem ki arzu ve istek gâliptir, ona Hakk´ın sırrı açılmaz. Hevâcının huzûru, hevâ ve arzusuy- ladır. Basîret üzere olmak lâzımdır." buyurdu. Aradan birkaç ay geçti. Ünsî Efendi hazretleri bu ikisine diploma verdiler ve Abdullah Efendiyi Kefe´ye, Sâatî Ahmed Ağayı da Sinop´a irşâd ve hizmete göndermek is- tediler. O zaman Ahmed Ağa vâlidesini bahâne edip Sinop´a gitmedi. Daha birçok özürler ileri sürdü. Boğazda yakın bir yere gitmek istedi. Bu isteği kabûl edilmedi. Abdullah Efendi ise, evini barkını, mallarını neyi varsa satıp deniz yoluyla Kefe´ye gitti. Orada büyük îtibâr ve hürmet gördü. Pekçok kimse hizmetinde bulundu. Bütün ihtiyaçları karşılandı. Rahat etti. Zengin oldu. Bir zaman sonra nefsine uyup yerine birisini bı- rakıp çoluğu çocuğu ile birlikte İstanbul´a döndü. Bir gün onu Ünsî Efen- dinin talebelerinden birisi Fâtih Câmiinde görüp; "İzinsiz niye döndü- nüz?" dedi. O da; "Tatarlarla geçinemeyip yerime birisini bıraktım. Son- ra dönmemin ne mahzuru var." diye cevap verdi. Bu haber Ünsî Hasan Efendiye de ulaştı. Ünsî Efendi hiçbir şey söylemediler. Bir ara Abdullah Efendi, Şeyh Ünsî Hasan Efendiye geldi. Elini öpüp oturdu. Hasan E- fendi ona heybetle nazar edip; "Niye geldin Abdullah Efendi?" buyurdu. O da bir takım özür ve bahâneler uydurdu. Hasan Efendi bunları kabûl etmediler. İltifat etmeyince, üzüntü ile oradan ayrıldı. Abdullah Efendinin İstanbul´da çok tanıdığı vardı. Bu sâyede kâdı oldu ve vazîfeye başladı. Vefâtına kadar kâdı olarak kaldı.
Abdullah Efendi anlatır: "Ben kendime ettim. Bu belâ bana nefsimi terk edemememin netîcesi olarak geldi. Hasan Efendi bana önceleri; "Seni kâdı zannettim." buyurmuştu. Sonra bana; "Kâdılık talebinde misin?" buyurmuştu. Şimdi bu hâlime ağlarım. Benim bu hallere düşeceğimi önceden anlamıştı." dedi.
Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası (Tapduk Emre hazretleri); ?Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.? buyurunca; ?Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.? cevâbını verdi.
Türkistan´ın büyük velîlerinden Zengî Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Taşkent dağlarında çobanlık yapar, âilesinin geçimini çobanlıktan aldığı ücret ile sağlardı. Hayvanları kırlarda otlatırken namazlarını kılar, namazdan sonra da Kur?ân-ı kerîm okur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Kırda otlamaya bırakılan hayvanlar onun etrâfını çevirirler, otlamayı bırakıp onu dinlerlerdi. Akşam da yakmak için topladığı odunları sırtına yüklenir, evine götürürdü. Bir gün tam topladığı odunları yükleneceği sırada, yanına dört genç gelip selâm verdiler. Selâmlarına cevap verip hâl, hâtır sordu. Buhârâ medreselerinde zâhirî ilimleri tahsîl ettiklerini, ancak, bâ- tınî ilimleri tahsîl edebilecekleri mübârek bir kişiyi aradıklarını arzettiler. Zengî Atâ; ?Durun sizi irşâd edecek zâtın nerede olduğunu haber vereyim.? dedi. Gençler çok sevindiler. Yüzünü dört bir tarafa çevirip kokladı ve sonra da; ?Sizin bu ilimde nasîbiniz, bizden başkasında değildir.? buyurdu. Bu dört genç, Zengî Atâ?nın daha sonra dört büyük halîfesi olacak olan, Uzun Hasan Atâ, Seyyid Ahmed Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ?dan başkası değildi. Zengî Atâ?nın sözüne ilk önce inanan Uzun Hasan Atâ ile Sadr Atâ oldu. Bu sebepten de ilk kemâle gelenler de onlar oldu. İçlerinden Seyyid Ahmed Atâ ile Bedr Atâ, iyi şeyler düşünmediler. Seyyid Ahmed Atâ; ?Ben, hem Peygamberin torunu olayım, hem mektep-medrese göreyim, sonra gelip bu garib çobanın talebesi olayım.? diye düşündü, ama arkadaşlarından da ayrılmadı. Onun bu gurûru, yolunu kapadı. Çektiği bütün sıkıntılar boşa gitti. Durumunda hiçbir ilerleme görülmedi. Seyyid Atâ, bu hâlini anlayıp, Zengî Atâ?nın kendisine kırıldığını hissetti. Zengî Atâ?nın hanımı Anber Ana?ya gidip yalvardı. Kendisine şefâatçi olmasını istedi. Anber Ana, kendisine yardımcı olacağını vâd edip; ?Sen bu gece siyah bir keçeye sarınıp Zengî Atâ?nın yolu üzerine yat. Seher vakti namaz için çıktığı zaman seni o hâlde görüp acısın.? dedi. O gece Anber Ana, Zengî Atâ?dan Seyyid Ahmed Atâ?nın özrünü kabûl etmesini istirhâm etti. Zengî Atâ da, Seyyid Atâ?yı affettiğini söyledi. Seher vakti, namaz için dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını fark etti. Ne olduğunu anlamak için ayağı ile dokundu. O anda, siyah keçenin içinde sarılı olan Seyyid Atâ, yüzünü Zengî Atâ?nın ayağına sürerek affını diledi. Resûlullah efendimizin mübârek torununa ayağıyla dokunmasına çok üzülen Zengî Atâ, gönlünü almak için Seyyid Atâ?ya çok iltifâtlar etti. Seyyid Atâ, o anda kemâle geldi.
Zengî Atâ?nın diğer halîfesi Bedr Atâ?nın esas ismi Bedreddîn Mu- hammed idi. Asıl ismi, Sadreddîn Muhammed olan Sadr Atâ ile Buhârâ Medresesinde aynı hücrede kalırlardı. İlimleri aynı, dereceleri berâberdi. Zengî Atâ?ya talebe olduktan sonra, Sadr Atâ yükselirken, Bedr Atâ eski seviyesinin bile altına düşmüştü. Bu hâlin farkına varan Bedr Atâ, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayarak Anber Ana?ya geldi, hâlini anlattı. Anber Ana da, münâsip bir zamanda Zengî Atâ?ya, Sadr Atâ?nın hâlini arz etti. Zengî Atâ, onun tövbesine çok sevinip tebessüm etti ve; ?Benimle ilk karşılaştıkları zaman biz onları irşâd edebileceğimizi söyleyince, Bedreddîn içinden: ?Bu deve dudaklı zenci mi bizi irşâd edecek?? diyordu. Şimdiye kadar feyzimizden istifâde edememesinin sebebi budur. Mâdem ki o tövbe etmiş, sen de şefâatçı oldun, onu affettim!? dedi. Bu hâdiseden sonra, Bedr Atâ´nın derecesi de Sadr Atâ´nın seviyesine yükseldi.
Zengî Atâ ile devâm eden Ahmed Yesevî hazretlerinin yolu, Zengî Atâ?dan sonra, Seyyid Atâ ve Sadr Atâ vâsıtasıyla devam etti. Seyyid Atâ, Hâce Azîzân (Ali Râmitenî Pîr-i Nessâc) ile sohbet etti. Sadr Atâ?nın halîfeleri daha uzun zaman Yesevîlik yolunu devâm ettirdiler. Onun halîfeleri, Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh şeklinde sıralanır. Mevdud Şeyh?in iki meşhûr halîfesi vardı. Bunlar; Hoca Abdullah ve Kemâl Şeyh idi. Hoca Abdullah?ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi Cemâlüddîn Buhârî?dir. Reşahât sâhibi, Cemâlüddîn Buhârî?den nakil yapmaktadır. Zengî Atâ, H.656 yılında, Şâş (Taşkent) yakınlarında, Se- merkant yolunun on birinci kilometresinde Zengî Atâ köyünde vefât edip, oraya defnedildi.
Anadolu?da yetişen büyük velîlerden Seyyid Zeynelâbidîn Kayserâ- nî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait kasîdeden bâzı kıt´alar şöyledir:
Ehlullahın hâline vâkıf olan eshâb-ı din,
Feyz alıp fil-hâl elde eder irfân ve yakîn.
Arzulanan en üst menzile kavuşur şüphesiz
Bende-i dergâh-ı ehlullâh olan merd-i güzîn.
Yüksek âlimlere ayak basar iclâl ile,
Âsitân-ı evliyâya eyleyen vaz?ı cebîn.
İsimlerini yâd eden elbet bulur feyz ü felâh,
Zikreden evsâfını elbet olur gamdan emîn.
Ey muhibbî evliyâ! Ey teşne-i feyz-i Hudâ,
Coşar deryâ-yı rahmet zikredilirse sâlihîn.
Gel ziyâretgâhın olsun kabr-i Zeynelâbidîn,
Hâzihi Cennetü Adnin fedhulûhâ hâlidîn.
Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin bir talebesi şöyle anlatır: ?Bir gün hocam Gümüş- hânevî hazretlerinin huzûruna vardım. Niyetim taşraya gidip ilim öğren- meye müsâadesini istemekti. Daha bir şey söylemeden bana; ?Oğlum! Şimdi sen falan yerdeki câmiye git, oradaki müslümanlara nasîhat et.? buyurdu. Ben de; ?Peki efendim.? deyip buyurduğu câmiye gittim. O günlerde Arabî gramer bilgilerini öğrenmekle meşgûl olduğumdan başkalarına nasîhat verecek bir durumum yoktu. Emir üzere câmide vâz için kürsüye çıktım. Her taraf dolmuştu. Şaşırdım. O halde iken hocamı hatırladım ve yardımını istedim. Çok geçmeden dilim çözüldü. Bülbül gibi anlatmaya başladım. Lâkin ne söylediğimi bilmiyordum. Herkes büyük bir dikkat ile dinliyordu. Söylediklerimi anlamaya gayret ettiğimde hakîkaten hikmetli sözlerdi. Bu bilgileri hocam Ahmed Ziyâeddîn hazretlerinin himmet ve yardımlarıyle söylediğimi anladım. Ben ise bir tercümandan başka bir şey değildim. Onun yardımı ile güzel bir vâz etmiştim. Bunun için Rabbime şükrettim.?
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın