º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
KIZGINLIK-KİN VE HASED HAKKINDA...
Kızgınlığın Kötülüğü Kızgınlık Nedir? Kızgınlık ve Riyazet Kızgınlığı Tahrik Eden Sebepler Kızgınlığı Yutmanın Fazileti Hilmin fazileti Karşılık Vermenin Câiz Olduğu Hâl ve Miktar Kinin Kötülüğü Kinin İlâcı Affetmektir Yumuşaklığın Fazileti Hasedin Kötülüğü Hasedin Hakikati ve Hükmü Hasedin Sebepleri Hasedi Kalpten Çıkarmanın İlâcı KIZGINLIK, KİN, HASED Kızgınlık, kalpte yanan bir ateştir. Kin ve hased ise bazen onu oluşturan sebepler, bazen de ondan oluşan sonuçlardır. Bu üç haslet de insanı günahlara iten ve helâk eden kötü huylardandır. Bu sebeple, bu huyların etkisi altına girmemeye çalışmak lâzımdır. Bunun için de önce onların neler olduğunu bilmek ve onları tanımak gerekir. Çünkü şerri tanımayan ve onun ne olduğunu bilmeyen, bilmeden ve farkına varmadan onun içine düşer. (Bir şâir şöyle demiştir: Şerri sevdiğim veya benimsediğim için değil, ondan korunmak için öğrendim.) Ancak şerri tanımak ve bilmek de yetmez. Bunun yanında, ondan sakınmanın ve korunmanın yollarını da bilmek iktizâ eder. (Çok kimse, sözde şerre düşmemek için onu öğrenirler. Fakat, ondan nasıl korunacaklarını bilmedikleri için, onu hiç bilmeyenlerden daha kolay ve daha süratli bir şekilde içine düşerler.) Biz bu bölümde hem bu üç hasletin kötülüklerini, hem de onlardan korunmanın yollarını açıklayacağız. Kızgınlık iki kısımdır. Biri haklı kızgınlık, diğeri de haksız kızgınlıktır. Haksız kızgınlık mutlak olarak kötüdür. Haklı kızgınlık da ikiye ayrılır. Bunlardan biri, meşru sınırlar ve ölçüler içinde kalan kızgınlık, diğeri de sınırsız ve taşkın kızgınlıktır. Sınırsız ve taşkın kızgınlık da kötüdür. Kötü kızgınlık hakkındaki bazı nasslar (âyet ve hadisler) ve sözler şöyledir: * Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kâfirler, kalplerinde haksız kızgınlık barındırmışlardır. Buna karşılık, Allah, peygamberin ve müminlerin üzerine sükûnet indirmiştir." (Feth, 26) Bu ayet-i kerime, kâfir ve imansızların kendi hayvanî tabiatlarına uyup kızgınlık gösterdiklerini, peygamber ve müminlerin ise Allah Teâlâ’nın hıfz ve terbiyesi sayesinde bu huyu yendiklerini bildirmiştir. * Bir adam, "Ya Rasûlullah! Bana cennete götüren bir amel öğret." dedi. Allah Rasûlü (as) ona şunu söyledi: "Bu amel kızmamaktır." (Buharî) * Bir adam, "Ya Rasûlullah! Beni Allah Teâlâ’nın kızgınlığından hangi amel korur?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "Senin onun kullarına kızmaman." (Taberanî, Ahmed) dedi. * Allah Rasûlü (as), "Size göre pehlivan kimdir?" diye sordu. Yanındakiler, "Pehlivan sırtı yeri getirilemeyendir." dediler. Kendisi, "Hayır! Gerçek pehlivan, kızdığı anda kendine hâkim olan kimsedir." buyurdu. (Müttefekun aleyh) * Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ, kızgınlığını yutan kimsenin kusurlarını örter." (İbnu Ebid-Dünya), "Sirke balı bozduğu gibi, kızgınlık da imanı bozar." (Taberanî), "Kızan bir kimse, kızgınlığıyla cehennemin kenarına gelir. Bir taşkınlık ve haksızlık yapınca da cehennemin içine düşer." (Bezzar, İbnu Adiyy) * Zulkarneyn şöyle demiştir: "Şeytan, kötü hislerin galeyanı sırasında insana tamamıyla hükmeder. Bu hislerin en kötülerinden birisi, kızmaktır. Onun için, hiç kızmamak mümkün olmasa bile, henüz bir kötülüğe yol açmamışken onu frenleyip sakinleşmeye çalışmak lâzımdır. Acelecilik, kabalık ve katılık da bu kötü hislerdendir." * Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "İnsan kızdığı zaman, çocuğun top ve topaçla oynaması gibi, şeytan onunla oynar." * Hayseme şöyle demiştir: "İnsanın şeytana karşı işi zorcadır. Çünkü o şehvet duyduğu zaman şeytan gelip kalbine girer; hiddet duyduğu zaman da gelip başına girer." * Cafer İbni Muhammed (Cafer es-Sadık) şöyle demiştir: "Kızmak her kötülüğün anahtarıdır." * Bir sahâbî şöyle demiştir: "Kızan insan, çok akıllı da olsa kızarken ahmaklaşır. Ahmağa verilecek cevap ise susmaktır." Onun için, kızan kimseye karşı susmak tavsiye edilir. Çünkü o, söylenecek en akıllıca sözleri bile yanlış anlar ve yanlış tepki gösterir. * Mücâhid şöyle demiştir: "Kızgınlık, sarhoşluk gibidir. Bu iki hâlde de şeytan, insanı şuur dışı konuşturur ve ona pişman olacağı işler yaptırır. Onun için, kızgınlık da, sarhoşluk da şeytanın işleridir. İnsandaki cimrilik ve gerçek dışı hayâllerle oyalanmak da onun oyunlarıdır." * Bir hakîm şöyle demiştir: "Bir insan şehvet, hiddet ve heveslere mahkûm ve mağlup değilse, ancak o zaman irade sahibi sayılır." * Başka bir hakîm şöyle demiştir: "Kızgınlıktan sakın. Çünkü insan isen bundan pişman olursun; insan değilsen Allah seni pişman eder." * Şunlar söylenmiştir: "Kızmak, aklın ve akıllı davranışın iflas hâlidir.", "Kızmak, şeytanın yularıdır.", "Kızmak, cehennemin bir kapısıdır." * Abdullah İbni Mübarek şöyle demiştir: "Güzel ahlâkın temeli kızmamaktır." *Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Kötü ahlâkın temel unsurları hiddet, şehvet, tamahkârlık ve aceleciliktir." Bil ki, insandaki hisleri yaratan Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ ise Hakîm (hikmet sahibi) ve Rahîm (merhametli) olduğu için, hiç bir şeyi boşuna veya zarar için yaratmamıştır. Bu sebeple, şehvet ve kızgınlık hisleri de yaratılışları itibarıyla gereksiz veya zararlı değil, lüzumlu ve yararlı hislerdir. Çünkü, insanlar (ve genel olarak bütün canlılar) biri içte, diğeri dışta olmak üzere iki tehlike ile karşı karşıyladırlar. İçteki tehlike vücudun gıdasız kalmasıdır. Vücudun gıdasız kalması ise ölümün ve her türlü hastalığın sebebidir. Bu tehlikenin önlenmesi için, Allah Teâlâ insanlarda (ve bütün canlılarda) yiyecek ve içecek maddelerine karşı şehvet ve iştihâ yaratmıştır. Dıştaki tehlike ise, çevredeki zararlı şeylerdir. Allah Teâlâ, çok ve çeşitli olan bu zararlıların defedilmesi için de hiddet ve kızmak hissini yaratmıştır. Hakikat-i hâl bu olduğu için, bu hislerin yaratılması ve var olması kötü değildir. Kötü olan, bunların maksat dışı veya yanlış ve ölçüsüz bir şekilde kullanılmasıdır. (Hisler bu anlamda silâh gibidirler. Silâhların da kendileri değil, yanlış kullanılmaları kötüdür.) Bu açıdan ele alınınca, kızgınlığın da, diğer hisler gibi, üç hâli olduğu görülür. Bunlar tefrit, ifrat ve itidal hâlleridir. Kızgınlığın tefrit hâli, bu hissin hiç duyulmaması veya yetersiz olmasıdır. Bu hâl, bir kusur ve eksikliktir. Buna, "hamiyetsizlik, gayretsizlik, şahsiyetsizlik" de denir. İmam Şafiî (ra) şöyle demiştir: "Gerekli olan yerde kızgınlık duymayan bir kimse eşektir." Gerekli olan yerde hiddet ve gayretin kötü olmadığı, aksine övülecek bir meziyet olduğu için Allah Teâlâ, müminleri azgın ve saldırgan kâfirlere karşı şiddetli olmakla vasıflandırıp "Onlar kâfilere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler." (Feth, 29) buyurmuş ve âlemlere rahmet olması için gönderdiği peygambere, "Ey Nebî! Kâfir ve münafıklarla mücahede et ve onlara sertlik göster." (Tahrim, 9) emrini vermiştir. Aynı sebepten dolayı, Allah Teâlâ, zina edenlerin kamçılanmasını ve O'nun hükmü tatbik edilirken günahkârlara acınmamasını da emretmiştir. (Nur, 2) Allah Rasûlü (as) da bir münasebetle şunu söylemiştir: "Sa’d (İbni Ubâde) gayretli bir insandır; ben Sa’d'dan daha gayretliyim; Allah da benden daha gayretlidir." (Müttefekun aleyh) Gayret, gerekli olduğu ve gerektiği yerde kızmaktır. Allah Teâlâ hem merhametli, hem de gayretli ve hiddetlidir. Bunu bildiren bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Kullarıma bildir ki, ben bağışlayan ve merhamet edenim, benim azabım da en çok elem veren azaptır." (Hicr, 49) Gayret taşımayan bir insan namusuna da sahip çıkmaz. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Namusunu kıskanmayan bir kimse deyyustur; cennet de deyyuslara haramdır." Şöyle denilmiştir: "Bir milletin erkekleri gayretli olurlarsa, kadınları da namuslu olurlar." Din, hak ve insanlık adına gayret taşımayan bir kimsenin etrafı kötülüklerle dolsa, onun kılı kıpırdamaz, o ağzını açıp bir söz söylemez ve her hangi bir tepki göstermez. Bu hâl ise insanın iç bünyesinin (akıl, kalb ve vicdanının) çürümüşlük ve kokuşmuşluk hâlidir. Kızgınlığın ifrat hâli, bu hissin din, akıl ve maslahatın kontrolünden çıkması ve taşkınlık hâlini almasıdır. Tefrit hâlindeki kızgınlık, sahibine zulüm ve haksızlık yapılmasına sebep olurken, ifrat hâlindeki kızgınlık da başkalarına zulüm ve haksızlık yapılamasına sebep olur. Kızgınlığın ifrat hâli de tabiî ve sun'î olmak üzere iki kısımdır. Tabiî olan kızgınlık, eğitime tabi tutulmamış ham bir mizacın ölçüsüz tepkisidir. Sun'î olan ise, genel toplumda veya belli çevrelerde yerleşmiş olan kötü anlayış ve âdetlere uyma hevesidir. Kabalığı ve kavgacılığı şeref ve erkeklik sayan bir toplum ve çevrede, kızgınlık ifrat derecesine çıkar. Böyle yerlerde insanların gözleri kör, kulakları sağırdır. Onun için bu insanlar hiddet ve şiddetin kendilerine getirdiği zararları görmez ve bu yönde yapılan uyarı ve ikazları da dinlemezler. İfrat derecesinde kızmış olan kimse, gücü yettiği zaman kızdığı şeye (veya insana) saldırır ve onu yıkmaya çalışır. Buna gücü yetmediği zaman da kızgınlığını kine dönüştürüp kalbinde depolar. İfrat derecesinde kızan bir insan da sarhoş gibi dengesiz ve tutarsız olur; sureti de çirkin bir vaziyet alır. Kendisi bu durumunu görse, utancıdan saklanacak yer arar. Kızgınlığın itidal hâli ise, onun din, akıl ve maslahatın emrine uyması ve bunların işaretine göre artıp azalmasıdır. Bu hâl, istikamettir. Müminler günde beş kere namazlarda Allah Teâlâ'dan istikamet isterken, kızgınlığın itidal hâlini de istemiş olurlar. Bu itidal ve istikameti bulmuş olanlar, kızmanın güzel olduğu yerde kızarlar, hilim ve tahammülün güzel olduğu yerde de kızgınlıklarını yutar ve yumuşak davranırlar. Bazı kimseler, riyazet ve eğitimle kızgınlığı kökten yok etmenin mümkün olduğunu iddiâ etmişlerdir. Ancak bu iddiâ da, huyları bir parça değiştirmenin ve iyileştirmenin mümkün olmadığını iddiâ etmek gibi yanlıştır. Bu iddialardan birisi ifrat, diğeri tefrittir. Doğru olan görüş odur ki, diğer huylar gibi, kızgınlığı da yok etmek değil, fakat iyileştirmek ve ıslah etmek mümkündür. Eğitim ve riyazetin faydası da bu iyileştirmeyi sağlamaktır. Kızgınlığa sebep olan şeyler üç çeşittir. Birincisi, herkes için zarurî olan şeylerdir. Bunlar açlığı bastıran yiyecek, susuzluğu gideren su, barınılan mesken, avreti örten elbise, ağrıları önleyen sağlık gibi şeylerdir. Bu çeşit şeyler, vazgeçilmesi mümkün olmayan şeyler oldukları için, onlara gelen zararlar herkesi kızdırır. İkincisi, bazı kimseler için zarurî olan, fakat diğer bazıları için zarurî ve hatta anlamlı olmayan şeylerdir. Bunlar meslek sahiplerinin âlet ve edevatıdır. Âlimler için kitaplar da bu şeylerdendir. Bu çeşit şeylere gelen zararlardan dolayı ancak onlara ihtiyaç duyan ve onları kullanan meslek sahipleri kızarlar. Üçüncü çeşit şeyler ise, hiç kimse için zarurî olmayan, ancak yanlış inançlar ve telkinler yüzünden aranan ve önemli bulunan şeylerdir. Şöhret, ihtiyaç fazlası servet ve çoğu şehvetler böyledirler. Dünya ehli bu şeyler üzerinde titrer ve onlar için kızıp kavga ederken, dünyayı maksat ve gaye hâline getirmemiş olan basiret ehli kimseler, bunlar için kızmazlar. Onların nazarında dünya bir şey değildir ki, onun için kızılsın veya kavga edilsin. Allah Rasûlü (as), dünyada üç şeyin kendi ölçüleri içinde önem taşıdıklarını, bunların dışındaki şeylerin ise boş ve anlamsız olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kalb huzuru, vücut sağlığı ve günlük gıdaya sahip ise, o kimse bütün dünyaya sahiptir." (Tirmizî, İbnu Mâce) Riyazet ve eğitimle, hakikatte hiç bir değeri olmayan ve çoğunluğu oluşturan üçüncü kısım şeyler için hiç kızmamayı öğrenmek, birinci ve ikinci kısımlar için ise kızgınlığı irade altına almak ve onu ancak dinin izin verdiği ölçü ve şekilde kullanmayı başarmak mümkündür. Zarurî ve gerekli olmayan üçüncü kısım şeyler, 'dünya' ismiyle anılırlar. Dünya için kızmak ise ihtiyaçtan dolayı değil, onu sevmekten dolayıdır. Halbuki dünyayı sevmek de, dünya için kızmak ve kavga etmek de yanlıştır. Çünkü, dünya kimsenin kalıcı mülkü değildir. Onun için çoğu zaman dünya için kavga bitmeden dünya mülkiyeti son bulur. Böylece de kavganın boşluk ve anlamsızlığı ortaya çıkar. Ebedî mülk ise, ahirette sahip olunabilen şeylerdir. Bu sebeple, meşru sınırlar dahilinde kızmak da, kavga etmek de bu şeyler için yapılmalıdır. İnsanlara kızmak veya kızmamak, onları irade ve inisiyatif sahibi görüp görmemekle de alâkalıdır. Hakikî tevhide göre, kâinatta olup biten işlerde irade ve inisiyatif sahibi yalnızca Allah Teâlâ'dır. Sebepler ve insanlar ise, O'nun irade ve kudretine mahkûm olan robotlardır. Robotlara kızmak anlamsız olduğu gibi, sebeplere ve insanlara kızmak da anlamsızdır. Allah Teâlâ, bazı sebepleri ve insanları hayırda, bazılarını da şerde kullanır. O, Arıya bal yaptırıp rahmetinin lezzetini, akrebe zehir kusturup azabının şiddetini gösterir. Kendisi, insanların da bir kısmını arı, bir kısmını akrep gibi yaratmıştır. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, onların bazısını hayırlara, bazılarını da şerre anahtar yapmıştır. Anahtarları çeviren ise kendisidir. Onun için, bu hakikati bilenler, âlet ve anahtar durumunda olan sebeplerden ve insanlardan ne bir şey beklerler, ne de bekledikleri olmayınca onlara kızarlar. Bunlar sadece, onlardan yararlanmaya ve şerlerinden sakınmaya çalışırlar. Kendilerine hayır gelse, Allah Teâlâ'dan bilir ve O'na şükrederler, şer gelse sünnetullaha uymayı ihmal etmelerine ve yaklaşımlarındaki yanlışlarına hamledip tevbe ve istiğfar ederler. Onun için, bunların korku ve ümitleri sadece Allah Teâlâ'ya karşıdır. Çünkü sebepler ve insanlar O'nun elindeki araç ve gereçlerdir. Bir kâtibin elindeki kalem, bir çiftçinin elindeki kazma, bir marangozun elindeki çekiç, bir ressamın elindeki fırça ne ise, bütün sebepler ve insanlar da Allah Teâlâ’nın kudretinin elinde odur. Bu hakikate vâkıf olan Allah Rasûlü (as), on sene kendisine hizmetçilik yapan Enes'e hiç kızmamış, onun yapmadığı bazı işlerden dolayı kızan olursa da, kendisi, "Bırakın, o şey mukadder olsaydı kendisi onu yapardı." demiştir. Hakikî tevhid'e inananlar, insanları konuşturanın da Allah Teâlâ olduğunu bilirler. Bu sebeple, onlar kendilerine tenkid veya hakaret şeklinde söylenen sözden de doğru mâna çıkarırlar. Örneğin, bir adam Selman-ı Farisî'yi eleştiren bir söz söyledi. Selman (ra) adama kızmadı, ona şu karşılığı verdi: "Eğer ahirette amelimi tartan terazi hafif gelirse, ben senin söylediğinden de daha kötüyüm." Bir adam Rabî' İbni Hayseme kötüleyici bir söz söyledi. Rabî' kızmayıp şu karşılığı verdi: "Cennetle aramda bir mesafe vardır. Eğer onu aşamazsam, ben senin söylediğinden de kötüyüm." Bir adam Şa'bî'ye ağır bir söz söyledi. Şa'bî kızmadan şöyle dedi: "Söylediğin doğru ise, Allah Teâlâ beni affetsin." İnsanın kalbinde ahiret endişesi olursa, kendisi dünya için ne sevinir, ne üzülür, ne de kızar. İnsanlar arasındaki kavgaların hemen tamamı, onların kalplerinde bu endişeyi taşımamalarının kötü sonuçları ve cezalarıdır. Kızgınlığı Tahrik Eden Sebepler Her hangi bir sorunun çözümü, onu oluşturan sebepleri ortadan kaldırmak şeklinde olduğu için, kızmanın önüne geçmek ve öfke kabarmasını önlemek için de onu tahrik eden sebepleri yok etmek lâzımdır. Bunu yapabilmenin ilk şartı da bu sebepleri bilmektir. Bu sebepler, kötü ahlâkı oluşturan kibirlenmek, kendini beğenmek, başkasını küçük görmek, onu ayıplamak, münasebetsizlik yapmak, tartışma çıkarmak, zıtlık gütmek, sözünü yerine getirmemek, mal ve dünya şerefine aşırı düşkünlük göstermektir. Bu kötü huylar bir kişide bulunursa, ya kendisi kızar, ya da başkalarını kızdırır. Onun için, bu huylardan bırakılabilenleri bırakmak, ıslah edilebilenleri de ıslah etmek lâzımdır. Bu huylardan olan kibir, diğerlerinin anası ve kaynağıdır. Aslında bu huyun yaratılışı, insanı bayağılıktan, basitlikten ve rezillikten korumak içindir. Fakat yanlış kullanılması yüzünden, o, her türlü bayağılığın, basitliğin ve rezilliğin membaı hâline gelir. Kibrin önüne geçmek için bilmek lâzımdır ki, insanların üstünlüğü ve büyüklüğü yalnızca faziletledir. Fazilet ise iyi olmak ve iyilik yapmaktır. İyi olmanın başı ve başlangıcı da kendini diğer insanlardan üstün görmemek, onlar gibi topraktan yaratıldığını düşünmek, yıldızlardan inmediğine ve perilerden doğmadığına inanmamaktır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Hepiniz Adem'den yaratılmışsınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Onun için hepiniz topraktansınız.", "Arabın Arap olmayandan üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takva iledir." Takvanın da birinci şartı kibir taslamamak ve büyüklük vehmine kapılmamaktır. Kızgınlığı tahrik eden diğer kötü huylardan kurtulmanın çaresi de, ömrün hepsinin bile az geldiği ahiret işleriyle uğraşmak, ahiret saadetine vesile olan dinî ilimler, güzel huylar ve hakikî meziyetlerin tahsili için ciddî bir gayretle çalışmak, insanları küçük görmenin ve onlara eziyet vermenin hüner ve marifet olmadığını düşünmek, kendini kötü söz ve davranışlara müstahak ve muhatap edecek hâllerden uzak durmak, dünya geçimi için aza kanaat etmek, başkalarına muhtaç olma zilletinden kurtulmanın ve istiğnanın izzet ve huzurunu duymanın bununla (aza kanaat etmekle) mümkün olduğunu kabul etmektir. Nefsin kötü huylarından vazgeçmek başlangıçta ona ağır ve zor gelir. Lâkin bunun faydalarını gördükçe ağırlık hafifliğe, zorluk rahatlığa dönüşür. Olur olmaz yerde kızmayı "izzet-i nefis" saymak da yanlıştır. Aksine, çoğu kızmalar nefsin izzetinden değil, zilletinden, hamlığından ve terbiye görmemişliğinden kaynaklanırlar. Bunun gibi, kızmayı erkeklik saymak da doğru değildir. Çünkü en çok kızanlar kadınlar, hastalar, yaşlılar ve çocuklardır. En az kızanlar ise, sağlıklı, dengeli ve kendine güveni olan kuvvetli insanlardır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli olan, başkasının sırtını yere getiren değil, kendi kızgınlığını yutandır." (Geçti) Kızgınlığını yutmak peygamberlerin, velîlerin, âlimlerin ve hakimlerin (büyük akıl sahiplerinin) huyudur. Kızmak ise zorbaların, zâlimlerin, hâinlerin, câhillerin ve rezillerin ahlâkıdır. Mâlik İbni Evs şunu anlatmıştır: "Ömer bir adama kızmıştı. Ben, 'Ey Emîr'el-müminin! Allah Teâlâ, "Affı tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir." buyurmuştur.’ dedim. Ömer (ra) âyeti duyunca, havası çekilen balon gibi söndü ve yatıştı." Ömer İbni Abdulaziz bir adama kızmış ve dövülmesini emretmişti. Bu adam için şefaatte bulunan birisi, Ömer'e, "Onlar kızgınlıklarını yutarlar ve insanları affederler. Allah bunları sever." âyetini okudu. Ömer (ra) yerinde büzüldü ve adamın serbest bırakılmasını emretti. Allah Rasûlü (as) kızdığı bir adama, "Kısas olmasaydı, canını incitecektim." demiştir. Buradaki kısastan maksat, ahirette hakların tahsil edilmesidir. Bir sultan kızdığı zaman, daha önce kendi aralarında anlaştıkları vech ile onun veziri kendisine, "Zayıfa merhamet et ölümden kork; ahireti hatırla!" derdi. Sultan bu sözleri dinler ve yatışıp kızgınlığı geçerdi. Önceki bir semavî kitapta şöyle denilmiştir: "Ey insan! Kızdığın zaman benim hatırımı say ki, ben de kızdığım zaman senin hatırını sayayım." Bir adam kızdığı kölesini dövüyordu. Allah Rasûlü (as) bunu görünce, yüksek bir sesle, "Ey adam! Senin buna gücün yetiyorsa, Allah’ın sana daha fazla gücü yetiyor. O'nun intikamından kork!" dedi. Adam kendine gelip pişman oldu ve, "Ya Rasûlullah! Şâhid ol, bu köleyi Allah için azat ettim." dedi. Kızmak, sorunları çözmenin yolu değildir. O, sorunları büyütür ve yeni sorunlar doğurur. Çoğu düşmanlıklar, büyük kavgalar ve bunların beraberlerinde getirdikleri yıkım ve kıyımlar, yutulabilen kızgınlıkların pahalı faturalarıdır. Kızgınlığını yutmak için kızan insanın çirkinleşen yüzünü, deli saçmasına benzeyen sözlerini ve köpeğin kudurması gibi olan davranışlarını düşünmek bile yeterlidir. Tahriklere karşı kızmamanın halk nazarında korkaklık ve ayıp sayılması, kızmak için itici bir sebeptir. Ancak, bu korkunun Allah Teâlâ'dan olması ayıp değil, şereftir. Çünkü Allah Teâlâ kendisinden korkup kötülük yapmaktan sakınanları şereflendirir ve yükseltir. Mümin bir kimse, hareketlerini halk nazarındaki değerine göre değil, Allah Teâlâ yanındaki değerine göre tanzim eder. Kızmak, bir yönüyle de, işlerin kendisinin istediği şekilde değil, Allah Teâlâ’nın istediği şekilde gelişmesine tepki göstermektir. Bu türlü bir tepki ise, imana zarar verir. Kızgınlığını yatıştırmak için bu mülâhazaları akılda tutmanın yanında, şeytanın şerrinden Allah Teâlâ'ya sığınmak ve sakinleşmeye yardımcı olan bir vaziyet almak da yararlıdır. Örneğin, bir adam kızmıştı. Allah Rasûlü (as) onu kasdederek şöyle buyurdu: "Bu adam, 'Eûzu billahi mineşşeytanirracîm' derse kızgınlığı geçer." (Müttefekun aleyh) Allah Rasûlü (as) şunları da söylemiştir: "Kızdığın zaman şöyle duâ et: "Allah'ım! Günahlarımı affet; kalbimdeki kızgınlığı gider ve beni saptırıcı ve sorun çıkarıcı fitnelerden (imtihanlardan, tahriklerden, kavgalardan) koru." (İbnus-Sunnî), "Kızdığınız zaman ayakta iseniz oturun; oturuyorsanız yere uzanın." (Ebu Dâvûd, İbnu Ebid-Dünya), "Biriniz kızdığı zaman soğuk su ile gusül yapsın (yıkansın) veya abdest alsın. Çünkü su, kızgınlığın hararetini söndürür." (Ebu Dâvûd), "Kızdığın zaman sus." (Ahmed) Urve İbni Muhammed şunu söylemiştir: "Yemen'e vali tayin edildiğim zaman babam bana şu nasihati yaptı: "Yavrum! Bir kimseye kızdığın zaman üstündeki göğe ve altındaki yere bak ve bunların kudretli yaratıcısını düşün." Şöyle denilmiştir: "Sen kim, kızmak kim? Sen ilâh değilsin. Sen, yakında ölüp vücudu birbirini yiyen fâni bir mahluksun.", "Yerdekilere merhamet et ki, gökteki de sana merhamet etsin.", "Allah’ın emrettiği cezaları uygula. Çünkü, insanlar ancak bununla ıslah olurlar. Ancak, Allah için kızıyorsan, Allah’ın kendisi için kızdığından (veya kızmaya izin verdiğinden) fazla kızma." Allah Teâlâ, sevdiği ve kendileri için cenneti yarattığı müminleri şöyle tarif etmiştir: "Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler (hayır için harcama yaparlar), kızgınlığı yutarlar ve insanları affederler." (Âl-i İmrân, 134), "Câhiller onlara sataştıkları zaman, 'Bizden selâm!’ derler." (Furkan, 63), "Boş sözlerle taciz edildikleri zaman vakarlarını bozmazlar." (Furkan, 72) Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "Kim kızgınlığını tutarsa, Allah Teâlâ'da ona karşı kızgınlığını tutar. Kim özür dilerse, Allah Teâlâ'da onun özrünü kabul eder." (Taberanî, Beyhakî) "Bir insan, Allah Teâlâ’nın rızasını isteyerek kızgınlığını yutmak kadar sevaplı bir iş yapmaz." (İbnu Mâce) "Cehennemin bir kapısı vardır ki, oradan sadece kızgınlıklarını günaha girecek şekilde giderenler girerler." (Geçti) Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'dan korkanlar kızgınlıklarını tatmin etmeye kalkmazlar ve her istediklerini yapmazlar. Eğer ahiret olmasaydı, bizi başka türlü görecektiniz." Lokman Hekim şöyle demiştir: "Birisinden bir şey istemek yüz suyu dökmektir. Kızgınlığını tatmin etmeye kalkmak da kendi küçüklüğünü teşhir etmektir." Eyyûb şöyle demiştir: "Bir anlık hilim çok şerri defeder." Sufyân es-Sevrî şöyle demiştir: "En üstün ameller kızgınlık anında hilim, musibet anında sabırdır." Selman (ra) bir adama, "Kızma!" dedi. Adam, "Bunu yapamam." dedi. Selman, "Öyleyse, kızarken elini ve dilini tut." dedi. Muhammed İbni Kâ'b şöyle demiştir: "Üç haslet kimde bulunursa, o kimse imanın kemâline ermiş olur. Bu hasletler sevdiği zaman günah işlememek, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği zaman kendisine ait olmayan bir şeye talip olmamaktır." Bil ki, hilim kızgınlığı yutmaktan daha üstün bir erdemdir. Çünkü halîm olan kimsede yüzün değişmesi gibi kızgınlık belirtileri de görülmezler. Hilim iki türlüdür. Birincisi, Allah vergisi olan hilimdir. Bu hilim, hazır bir hazine sahibi olmak gibidir. Bunun için yapılacak şey, Allah Teâlâ'ya şükretmekten ibarettir. Allah Rasûlü (as) bir sahâbiye, "Allah Teâlâ sana sevdiği iki huy olan hilim ve acelesizlik vermiştir." dedi. Sahâbi de, "Bana bu huyları veren Allah Teâlâ'ya hamd olsun." dedi. İkincisi ise, sonradan kazanılan hilimdir. Bu hilim, kızgınlığını mükerrer bir şekilde yutmak suretiyle kazanılır. Bu şekilde hilim kazanmak akla karayı seçmek gibi zordur; ancak neticesi güzel ve sevabı büyüktür. Allah Rasûlü (as) bu konuda şunları söylemiştir: "İlim öğrenmekle, hilim kızgınlığı yutmakla kazanılır." (Taberanî, Darekutnî) "Yüceliğe talip olun. Onu kazanmanın yolu ise, uzaklaşan akrabaya yaklaşmak (ona karşı sıla-i rahim yapmak), vermeyene vermek ve câhillik yapana hilim göstermektir." (Geçti) "Hayâ ve hilim peygamberlerin huylarındandır." (Hâkim, Tirmizî) "Kişi hilim göstermekle gündüz oruç tutan ve gece namaz kılan abidlerin derecesine çıkar." (Taberanî) "Bir adam, 'Allah'ım! Benim sadaka verecek malım yoktur. Bana yapılan haksızlıklara karşı hilmimi benim için sadaka olarak kabul et.’ diye duâ etti ve duası bu şekilde kabul edildi." (Beyhakî, Ebu Nuaym, İbnu Abdil-Berr) "Bir kimsede üç fazilet yoksa o kimse boştur. Bu faziletler sahibini günahlardan koruyan takva, kavgalardan koruyan hilim ve muamelelerde gösterilen güzel ahlâktır." (Taberanî, Ebu Nuaym) "Bir taife, kendilerinden hesap sorulmadan cennete gönderilirler. Cennet kapısında onları karşılayan melekler, amellerinin ne olduğunu sorarlar. Bunlar şöyle derler: "Bize zulmedildiği zaman sabrederdik, sonra da affederdik; bize karşı câhillik yapıldığı zaman da hilim gösterirdik." (Beyhakî) "Allah'ım! Beni ilimle zenginleştir, hilimle güzelleştir, takva ile şereflendir, afiyetle nimetleridir." Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Hayır mal ve evlat çokluğunda değil, ilim ve hilim çokluğundadır." Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "İlim öğrenin ve onu hilim ile süsleyin." Muâviye şöyle demiştir: "Hilmi kızgınlığına, sabrı iştahına gâlip gelmedikçe kişi olgunlaşmaz." Bir adam, Abdullah İbni Abbas'a ağır sözler söyledi. Abdullah (ra), hizmetçisine dönüp, "Sor, bu zatın bir ihtiyacı varsa giderelim." dedi. Adam bunu duyunca utandı ve soluğu kesildi. Halil İbni Ahmed şöyle demiştir: "Sana kötülük yapana iyilik yaparsan, onun kalbini kendi lehine ve onun aleyhine çevirirsin." Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyilik yapmakla kötülük yapmak bir değildirler. Sen kötülüğü en iyi şekilde defet. O zaman görürsün ki, seninle arasında husumet bulunan kimse sıcak bir dost gibi olmuştur." (Fussilet, 34) İsâ (as), bir grup yahudinin yanından geçti. Onlar kendisine kötü sözler söylediler, o ise onlara güzel sözler söyledi. Havarileri, niçin bu şekilde karşılık verdiğini sorunca da şöyle dedi: "Herkes, sahip olduğu şeyden infak eder (harcama yapar.) Onların sermayesi kötülüktür. Benim sermayem ise iyiliktir." Lokman şöyle demiştir: "Hilmin varlığı kızgınlıkta, cesaretin varlığı savaşta, dostluğun hakikiliği ihtiyaçta belli olur." Bir adam bir hakimin ayağına basıp onu incitti. Hakîm kıvrandı, fakat kızmadı. Niçin kızmadığı sorulunca da şöyle dedi: "O adamı taş farz ettim. Taşa da kızılmaz." Allah Teâlâ’nın bir sıfatı halîm olmaktır. Onun benimsediği bir sıfat, elbette ki güzel sıfattır. Karşılık Vermenin Câiz Olduğu Hâl ve Miktar Bil ki, Allah Teâlâ’nın hakkının da bulunduğu günahlara misliyle karşılık vermek câiz değildir. Bu sebeple, zinaya zina ile, gıybete gıybetle, sövmeye sövmekle karşılık vermek haramdır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Birbirine söven iki kişi, bir birini teşhir eden iki şeytandırlar." Fakat kızgınlık gösteren ve taciz eden bir kimseye karşı, "Ahmak! Ahlâksız! Câhil! Yüzsüz!" gibi kelimeleri kullanmak câizdir. Çünkü, haksız bir şekilde birisine sataşan bir kimse hakikaten ahmak, ahlâksız, câhil ve yüzsüzdür. Ancak, ahmağın cevabı sükût olduğu için, susmak daha iyidir. Kaldı ki, konuşunca, câiz olan savunma miktarıyla yetinmek zor olduğu gibi, söz sözü açtığı için tartışmanın daha çok büyümesi ve daha fazla tatsızlaşması da mümkündür. Bunları düşünen bir şâir şöyle demiştir: Bazen olur ki, bir âdinin yanından Geçerim de sebep yokken söver beni Bu huydur onda, nükseder pis kanından Aldırmam ve derim ki o sever beni Söylenen yalanları reddetmek ve kendi masumiyetini savunmak câizdir. Nitekim, Yûsuf (as), uğradığı iftiraya karşı kendi masumiyetini savunmuştur. (Yûsuf, 26, 52) Mal ve cana verilen zararlar da, tahsili istenebilen haklardır. Bunun birinci yolu mahkemeye başvurmaktır. Mahkeme görev yapmadığı takdirde, suçun kişisellik prensibini çiğnemeden ve miktar yönünden hakkını aşmadan zararları bizzat tahsil etmek de meşrudur. Burada da affetmek önceliklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Bununla beraber, kim (hakkını) bağışlar ve barışırsa onun mükâfatı Allah'a ait olur. Hiç şüphesiz, Allah zulmedenleri sevmez." (Şura, 40) Kızgınlık, tatmin edilmesi elde olmayan bir sebeple ve özellikle güçsüzlük yüzünden önlendiği zaman, kalpte tıkanır ve kin hâline gelir. Kin, hedef insana buğzedilmesi, ondan nefret edilmesi, onun varlığından rahatsızlık ve huzursuzluk duyulması ve bu olumsuzlukların devamlılık kazanmasıdır. Kin, kızgınlığın zehirli bir meyvesidir. Kinin zehiri şu şekillerde kendini gösterir. 1- Hased etmek. Hased, kinden dolayı hedef insanın nimet görmesine üzülmek, belâ görmesine sevinmektir. Bu hâl, münafıkların huyudur. 2- İçteki hasedi dışa vurmak ve sözü edilen üzüntü ve sevinci söz ve fiil ile açıkça göstermek. 3- Hedef insanla ilişkiyi kesmek, onun yaklaşmasına rağmen ondan uzaklaşmak. 4- Buna haklılık kazandırmak için de o insanı küçültmek ve konuşmaya, dostluğa değmediğini ileri sürmek. 5- Onun hakkında helâl olmayacak şekilde konuşmak, örneğin onu gıybet etmek, ona iftira etmek, sırrını ifşa etmek ve onu sıkıntıya sokan hâllerini açıklamak. 6- Onu çirkinleştirmek ve onunla alay etmek maksadıyla söz ve davranışlarını taklit etmek. 7- Fırsat bulunca vücuduna veya malına zarar vermek. 8- Alacağını vermek, affını istemek, sıla-i rahim yapmak gibi haklarını ifâ etmemek. 9- Onun hakkında su-i zan etmek, kötü olduğunu düşünmek, iyi olduğuna ihtimal vermemek. 10- Ona haksızlık yapan veya düşmanlık edenle dost olmak ve ona bu suretle eziyet vermek. Bir müslümana kin tutan sözde bir müslüman, onun inadına ve onun düşmanıdır diye bir kâfir veya mürtedle dostluk kurar ve onun tarafına geçerse, Allah Teâlâ’nın gayretine dokunan büyük, bir günah işlemiş olur. Ehl-i kitap olan yahudiler, Allah Rasûlü’ne ve ona iman edenlere karşı duydukları kinden dolayı, kitapsız müşriklerin bunlardan üstün olduklarını söyleyince, Allah Teâlâ şu ayetleri indirmiştir: "Kendilerine Kitaptan bir nasip verilenlere bakıp şaşmadın mı? Bunlar putları ve şirki hoş görüyor ve dinsizlerin müminlerden daha iyi yolda olduklarını söylüyorlar. Allah bunlara lanet etmiştir." (Nisa, 51, 52) Kin duyan bir kimse din kardeşinin yüzüne gülmez, onunla yumuşak konuşmaz, onu önemsemez, ona acıyıp merhamet etmez ve ihtiyacını görmez, onunla birlikte bir hayır işini yapmaya yanaşmaz, onun iyiliklerini söylemez ve ona iyi davranılmasını tavsiye etmez. Bütün bunlar, kin duyan müminin manevî derecesini düşüren, ona büyük sevaplar kaybettiren ve ona çok sayıda günahlar kazandıran kötülüklerdir. Onun için Allah Rasûlü (as), olabilirmiş gibi kin tutmayı nehyetmemiş, kesin bir ifade ile müminin kinci olamayacağını bildirerek, "Mümin kinci değildir." demiştir. (Geçti) Bil ki affetmek, sahip veya müstahak olduğu bir hakkı düşürmek ve onu elde etmekten vazgeçmektir. Affetmek, hilim göstermek ve kızgınlığını yutmaktan ayrı bir şeydir. Çünkü hilim göstermek veya kızgınlığını yutmak, hakkını meşru yollarla aramaktan vazgeçmek anlamına gelmez. Affetmek ise bu arayıştan vazgeçmektir. Onun için affetmenin derecesi bu ikisinden de üstündür. Allah Teâlâ, "Af yolunu tut." (A'râf, 199) Ve "Affetmek takvaya daha yakındır." (Bakara, 237) buyurmuştur. Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "Sadaka malı azaltmaz; affetmek kişiye şeref kazandırır; istemek fakirlik kapısını çalmaktır." (Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî), "Tevazu göstermek kişiyi yüceltir; tevazu gösterin ki Allah Teâlâ sizi yüceltsin. Affetmek kişiye şeref kazandırır; affedin ki, Allah Teâlâ sizi şereflendirsin. Sadaka malı bereketlendirir; sadaka verin ki, Allah Teâlâ malınızı bereketlendirsin." (İsfahânî/et-Terhib vet-Terğib; Deylemî), "Musa, 'Ya Rabbi! Senin yanında en şerefli ve aziz olan kulun hangisidir?’ diye sormuş. Allah Teâlâ, 'O, gücü yettiği hâlde affedendir.’ cevabını vermiştir." (Harâitî), "Mahşerde insanlar hesabı beklerken, bir melek, 'Allah üzerinde hakkı olanlar kalksınlar!’ diye seslenir. Haklarını Allah için affetmiş olanlar kalkarlar ve hesabı beklemeden cennete giderler." (Taberanî) Muaviye (ra) şöyle demiştir: "Haksızlığa karşı sabır ve tahammül gösterin. Güç ve fırsat bulunca da affedin." Şöyle denilmiştir: "Zulme uğradığı zaman hilim gösteren, fakat güç ve fırsat bulunca intikam alan bir kimse halîm değil, kincidir." "Allah Rasûlü (as), kendi hakları için kimseyi cezalandırmazdı. Allah’ın hakkını ve kul hakkını ise cezasız bırakmazdı." (Müslim) Allah Rasûlü (as), Mekke'yi fethettiği gün, Mescid-i Haram'a girip Kabe'yi tavaf etti, iki rekât namaz kıldı, ondan sonra Kabe'nin kapısında durup meydanda toplanmış olan Mekke halkına döndü, "Allah'tan başka ilâh yoktur; O birdir, ortaksızdır. Kuluna verdiği sözü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve kendi gücüyle onun muhaliflerini yendi." dedikten sonra, "Ey Kureyş topluğu, ey Mekke halkı! Bana yaptığınız kötülük ve haksızlıklara karşı bugün benden ne bekliyorsunuz?" diye seslendi. Yaptıkları kötülüklerden dolayı kılıçtan geçirilmesi lâzım gelen bu suçlu insanlar, "Senden af ve iyilik bekliyoruz. Çünkü sen kerem sahibi ve merhametlisin." dediler. Allah Rasûlü (as) onları süzdü ve, "Ben de kardeşim Yusuf gibi, 'Bugün size kınama yoktur. Allah sizi affetsin.’ (Yûsuf, 92) derim. Serbestçe evlerinize gidin." dedi. O insanlar, kabirden çıkmış gibi rahatladılar ve bu âlicenaplığa karşı İslâm’ın hak din olduğunu anlayıp müslüman oldular. (İbnu Ebid-Dünya, İbnul-Cevzî) Hz. Ebu Bekir (ra), akrabası Mistah’ın geçim masrafını karşılar ve ona yakınlık gösterirdi. Münafıklar Hz. Aişe'ye yönelik ağır bir iftira uydurunca, Mistah da onların diliyle konuşmaya başladı. Bunu duyan Hz. Ebu Bekir (ra), çok kırıldı ve bir daha bu nankör adama masraf vermeyeceğini ve yüzüne bakmayacağını söyledi. Fakat onun bunu söylemesinden hemen sonra bir âyet indirildi. Allah Teâlâ bu âyette, Hz. Ebu Bekir’i kasdederek şöyle diyordu: "İçinizdeki fazilet ve servet sahibi kimseler, akrabalarına, miskin ve muhacirlere yaptıkları yardımı kesmesinler; affetsinler, hoş görsünler. Siz, Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Allah affedici ve merhametlidir." (Nûr, 22) Onu örnek alın. Bu âyet kendisine okununca, Hz. Ebu Bekir, ağlayarak, "Allah'ım! Elbette ki, bizi affetmeni isteriz." dedi ve Mistah'ı affedip eskisi gibi ona bakmaya devam etti. Abdullah İbni Mes’ûd (ra), pazara çıkmış ve bir şey almıştı. Parasını vermek için cüzdanını arayınca, onun çalındığını anladı. Bunun üzerine, aldığı şeyi geri verdi ve şöyle duâ etti: "Allah'ım! Paramı çalan hırsız, ihtiyaçtan dolayı çalmışsa, onu kendisine mübarek kıl; para hırsıyla çalışmışsa bundan sonra kendisine bu günahı işletme." İbnul-Mukaffa' şöyle demiştir: "Haksızlık ne kadar büyükse, onu affetmenin derecesi ve şerefi de o kadar büyüktür." Bir grup bozguncu, Halife Abdulmelik'e karşı isyan çıkarmışlardı. Yorucu bir uğraşmadan sonra, Halifenin gücü galip geldi ve isyancılar yakalanıp onun huzuruna getirildiler. Halife, veziri Recâ'ya dönüp, "Bunlara ne yapalım?" diye sordu. Vezir, "Sultanım! Allah Teâlâ sana sevdiğin galibiyeti verdi, sen de O'nun sevdiği affı ver." dedi. Bu söz üzerine, Abdulmelik, suçluları affedip serbest bıraktı. (Yukarıda geçen bir hadis mealinde de işaret edildiği gibi, affedilebilen ancak kişisel haklardır. Bu itibarla, bir kimse ancak kendi şahsî haklarını affetme yetkisine sahiptir. O, ne Allah Teâlâ’nın, ne de bir başkasının hakkını affetme yetkisine sahip değildir. Kamu hakları da affedilemeyen haklardandır. Kişisel hakların helâl edilmesi için aracı ve ricacı olmak da, onların affedilmesi gibi sevaptır. Buna şefaat etmek denir. Allah Rasûlü (as), "Şefaat edin, sevap kazanırsınız." buyurmuştur.) Bil ki, sertlik, şiddet ve katılık zemmedilmiş (dinen kötülenmiş), bunların zıddı olan yumuşaklık ise medhedilmiş ve övülmüştür. Yumuşaklık, güzel ahlâkın güzel bir meyvesidir. Yumuşaklığı, ancak kızgınlık ve şehvet hislerini itidal çizgisinde tutanlar gösterebilirler. Allah Rasûlü (as) yumuşaklık hakkında şunları söylemiştir: . "Allah Teâlâ bütün işlerde yumuşaklığı sever." (Müttefekun aleyh) "Kime yumuşaklık verilmişse, ona dünyanın da, ahiretin de hayır ve iyiliği verilmiştir." (Ahmed) "Allah Teâlâ, sertlikle vermediği şeyleri yumuşaklıkla verir. O, bir kulunu sevince de ona yumuşaklık verir." (Taberanî) "Yumuşaklıktan mahrum olan bir kimse, bütün hayırlardan mahrum olur." (Müslim) "Yumuşaklık, iş ve ilişkilere güzellik ve bereket katar." (Müslim, Taberanî) "İlmin süslediği iman ne güzeldir. Amelin süslediği ilim ne güzeldir. Yumuşaklığın süslediği amel ne güzeldir." Ebu Avn el-Ensârî şöyle demiştir: "İnsanların söylediği sert bir kelimenin mânasını ifade edebilen yumuşak bir kelime de vardır. Onun yerinde bunu kullanmak onlara bir külfet de getirmez." "Allah Rasûlü (as), Şer'î hükmü aynı veya birbirine yakın olan işlerden her zaman kolay olanını seçerdi." (Müslim) Allah Rasûlü (as) şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım! Ümmetime kolaylık gösterene kolaylık göster; ümmetime zorluk gösterene zorluk göster." Daha önce de ifade edildiği gibi, hased kinin, kin de kızmanın sonuçlarıdır. Hasedin de pek çok kötü sonuçları vardır. Onun için, bu huy kötülenmiş ve nehyedilmiştir. Allah Teâlâ, hiddetle şunu sormuştur: "Bu hasetçiler, Allah’ın insanlara kendi cömertliğinden verdiği nimetleri mi kıskanıyorlar?!" (Nisa, 54) Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "Hased, ateşin odunu yaktığı gibi, sevap ve iyilikleri yakar." (Geçti) "Birbirinize hased etmeyin; birbirinizden kopmayın; birbirinize buğzetmeyin; Allah’ın kullarısınız, kardeş olun." (Müttefekun aleyh) "Kötü zan, fal ve kıskançlıktan uzak durun. Bunlar iradeniz dışında oluşurlarsa, o zaman da onlara göre hareket etmeyin." (Taberanî, İbnu Ebid-Dünya) "Kıskançlık ve buğz eski hastalıklardandır. Bunlar dini (dindarlığı) güdükleştirirler." (Tirmizî) (Fal iki mânaya gelir. Birincisi, bir şeyi uğursuzluk alâmeti saymaktır. Cahiliyet devrinde, bazı şeyler ve bazı hayvanlar uğursuzluk alâmeti sayılırdı, ikincisi ise, bazı şeylere bakarak insanların geleceğini söylemektir. İslâm bunların ikisini de iptal etmiştir.) "Din kardeşin için kötülük isteme. Aksi takdirde, Allah Teâlâ onu korur da kötülüğü senin başına getirir." (Tirmizî) "Kıskanç kimse, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin düşmanıdır; O'nun takdirine kızgındır; O'nun kulları arasında yaptığı taksime razı değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Rabbinin rahmetini hasetçiler mi taksim edeceklerdir?!’ (Zuhruf, 32) "Ümmetim için en çok korktuğum şey, ileride mal ve servetin çoğalması sebebiyle birbirine hased edip kavga etmeleridir." (Müslim, Ahmed) Hased göz karartan, baş döndüren bir histir. Bu hisle her türlü günah işlenir ve her çeşit kötülük yapılır. Hased yüzünden, İblis, Adem (as)’ın Allah yanındaki derecesini kıskanmış ve Allah’ın emrine karşı gelmiştir. Bu olay, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmıştır: "Biz meleklere, 'Adem'e secde edin.’ dedik. Onların hepsi secde ettiler. İblis ise secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu." (Bakara, 34) Âdem'in bir oğlu diğer bir oğlunu, yani kardeşini kıskanmış ve onu öldürmüştür. (Mâide, 27) Yakup (as)’ın oğulları, onun Yusuf’u daha çok sevmesini kıskanmışlar ve bu sebeple onu kuyuya atıp ölüme terk etmişlerdir. (Yûsuf, 8, 9) Avn İbni Abdullah şöyle demiştir: "Kibirden, hırstan ve hasetten uzak durun. Çünkü işlenmiş bütün suç ve cinayetlerin altında bunlar vardır. Ashâb arasındaki savaştan bahsedildiği zaman susun. Kaderden söz edildiği zaman sükût edin." Sultana yakın olan bir adam, ona hep: "İyilere iyilik et. Kötüleri de affet. Çünkü iyiler iyiliğe lâyıktırlar, kötüler de nasıl olsa Allah Teâlâ'dan cezalarını bulurlar." derdi. Bu adamın sultana yakınlığını kıskanan rakibi, bu yakınlık nimetini bozmak istedi ve sultana, "Bu adam, senin ağzının kötü koktuğunu söyler. Dilersen, onu çağır ve kendin gör." dedi. Sultan, "Öyleyse onu getir." dedi. Rakîp, onu buldu ve önce kendisine bol sarımsaklı bir yemek yedirdi. Ondan sonra da sulatanın kendisini istediğini bildirdi. Adam, bu hâliyle sultanın huzuruna çıkınca, ağzını elinin üstüne koydu. Sultan kendi kendine, "Demek ki, bu adam ağzımın kokusundan sakınıyor." dedi ve hemen ona bir yazı yazıp hazine memuruna gitmesini emretti. Adam dışarı çıkınca, rakibi onu karşıladı ve elindeki yazının hazineye yazıldığını görünce, bununla adama para verileceğini zannetti ve tamaha kapılıp onu kendisine vermesini rica etti. Adam da verdi. Rakîp, yazıyı götürüp memura verdi. Memur yazıyı açıp okudu. Sultan, "Bu yazıyı getireni cellâda boğazlat, derisini yüzdür, içine saman doldurup bana gönder." diye yazmıştı. Rakibin itiraz ve feryatları arasında emir yerine getirildi ve onun samanlı postu sultana gönderildi. Adam işin aslını öğrenince sultana, "Ben demedim mi, kötüler nasıl olsa cezalarını bulurlar?" dedi. Sultan onu tasdik etti ve kendisine daha çok değer vermeye başladı. İbni Sirin şöyle demiştir: "Ben dünyaya ait bir şeyden dolayı hiç kimseyi kıskanmadım. Çünkü bir kimse cennet ehli ise, onun şimdiki nimeti ileride göreceği nimetlerin yanında çok az kalır ve kıskanmaya değmez. Ve eğer o cehennem ehli ise, bugün yarın azaplara düşecektir. Böyle bir kimse de kıskanılmaz." Hasan şöyle demiştir: "Ey insan! Bir kimse kendisine verilen nimeti hak etmişse, hakkını bulmuştur. Onu hak etmemişse, o kendisinin cehennem azığıdır. Bu iki hâlde de neyi kıskanırsın?" Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Bir insan ölümü çok düşünürse, onun hırs ve hasedi azalır." Bir hakîm şöyle demiştir: "Hased, şifâ bulmayan bir yaradır. Hep sızlar ve sahibine acı çektirir." Hasetçi, başkasında bir nimet görünce kendini mağdur hisseder ve bunun kahrını duyar. Hasedin diğer kötü huylardan farkı, hedef insanın perişan olmasından ve elindeki nimetin yok olup gitmesinden başka bir şeyle tatmin ve teskin olmamasıdır. Onun için Hz. Muâviye şöyle demiştir: "Herkesi memnun etmek mümkündür. Fakat, hasetçi nimetin zevalinden başka bir şeyle memnun olmaz." Hased, başkasında bulunan bir nimetten dolayı rahatsızlık duymak ve o nimetin zevalini (yok olmasını) istemektir. Hasedin aslı fıtrî ise de, onu şekillendirmek ve yönlendirmek insanın elindedir. Hased, başkasına fayda veya üstünlük kazandıran hak ve doğruları kabul etmeye de mânidir. Bu sebeple, yahudiler, müjdesini kitaplarında gördükleri ve gelmesini bekledikleri son peygamberin kendi ırklarından değil, Arap ırkından olduğunu görünce, peygamberlik şerefini Araplara kazandırmamak için inkâr ve düşmanlık yoluna saptılar. Arabın ileri gelenleri de, Muhammed (as)’ın peygamberliğini kabul etmeleri hâlinde, onun kabilesinin kendi kabilelerinden üstün sayılacağını düşündüler ve bunu kıskanıp iman etmekten imtina ettiler. Nitekim Ebu Cehil bunu itiraf etmiş ve açıkça şöyle demiştir: "Muhammed'in yalan söylemediğini biliyoruz. Fakat, onun peygamberliğini kabul etmek, Haşimî kabilesinin üstünlüğünü kabul etmek anlamında olacaktır. Biz bunu kabul etmiyoruz." Hasede benzeyen ve fakat hased ve günah olmayan bir duygu daha vardır. Bu duygu, hasetle aynı köke bağlıdır ve fakat doğru bir yönde geliştirilmiştir. Bu, gıpta etmek ve imrenmektir. Gıpta ve imrenme, başkasındaki nimetten hoşlanıp onun bir benzerini kendisi için de istemek ve bunun için duâ etmek ve çalışmaktır. Hased, insanı yıkmaya sevk ederken, gıpta çalışmaya ve üretmeye iter. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah’ın bir kısmınıza verdiği bir şeyi hased etmeyin. Herkese çalışmasının karşılığı vardır. Çalışıp Allah’ın cömertliğinden isteyin." (Nisa, 32) O, münafıklar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Size bir iyilik dokunursa, bu onları (münafıkları) üzer, size bir kötülük dokunursa, bu onları sevindirir." (Al-i İmran, 120) Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Mümin gıpta eder. Münafık ise kıskanır." Gıpta, çoğunlukla hayır olan bir şeyi imrenmek ve bunun tahsili için çalışmak ve hatta yarışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Rabbinizin mağfiretine ve gökle yer kadar geniş olan cennete doğru müsabaka edin." (Hadid, 21) Allah Rasûlü (as) da şöyle demiştir: "Dünyada iki kişi gıpta edilmeye değer. Bunlardan birisi zengin olup malını hayır yolunda sarf edendir. Diğeri de âlim olup ilmiyle amel eden ve onu insanlara öğretendir." (Müttefekun aleyh) Fakat, yanlış bir tercih ve seçimle bazen şer de gıpta edilebilir. Bu türlü gıpta ise günahtır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar dört kısımdır. Bir kısmına Allah Teâlâ hem mal, hem de ilim verir. Bu insanlar mallarım ilme göre hayır işlerinde sarf ederler. Bir kısmına Allah Teâlâ yalnızca ilim verir. Bu insanlar duâ ederek, "Allah'ım! Bana da falanca gibi mal verseydin, onun gibi ben de hayır işinde sarf ederdim." derler. Bu iki sınıf da (biri amelinden, diğeri de niyet, duâ ve gıptasından dolayı) sevap kazanırlar. Bir kısmına Allah Teâlâ mal verir, fakat ilim vermez. Bu insanlar mallarını cahillikle şer ve günahlarda sarf ederler. Bir kısmına da Allah Teâlâ ne mal, ne de ilim verir. Bu insanlar da, "Benim de falanca gibi malım olsaydı, onun gibi şer ve günahta kullanırdım." derler. Bu iki sınıf da günah kazanırlar." (Tirmizî, İbnu Mâce) İnsanda hased uyandıran ve onu hased etmeye iten sebepler çoktur. Başlıcaları ise şunlardır: 1- Buğz ve düşmanlık. Bir kimseye buğz ve düşmanlık eden, onun iyilik ve nimet görmesini istemez ve bundan rahatsızlık duyar. Buna karşılık belâ görmesine sevinir ve bundan memnun olur. Sorunları kaynaklarından çözen İslâm dini, bu yüzden müslümanlara buğz ve düşmanlık edilmesini menetmiş ve bunu haram saymıştır. Buğz ile hasedin birlikteliğini bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "Münafıklar, elinizdeki nimetin zeval bulmasından ve sıkıntı çekmenizden hoşlanırlar. Size karşı duydukları buğz ağızlarından (sözlerinden) da bellidir. Kalplerinde gizledikleri buğz ise daha büyüktür." (Al-i İmrân, 118) Hased buğza eklenince düşmanlık duygusu kızışır ve hedef insana zarar verme arzusu doğar. Yeterli sebeplerle izah edilemeyen yıkıcı ve kırıcı hareketlerin altında bu şekilde kuvvetlenmiş düşmanlık duygusu vardır. 2- Nimet (ilim, mal, şöhret vs.) yüzünden etrafına karşı kibir ve gurur göstermek. Bir kimse bu şekilde kibir ve gurur gösterirse, bu gösterişten rahatsız olan onun sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını temenni eder ve bazen fiilen de bunu için çalışır. Bu kötü sonuca yol açtığı için, nimetler yüzünden kibir ve kahr duyulmaması ve gösterişlerle etrafın hissiyatı rencide edilmemesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bunun için Karun örneğini vermiştir. "O, süs ve gösteriş içinde halkın karşısına çıktı. Kavmi onu uyarıp, "Böyle baği olma! Çünkü Allah böylelerini sevmez." dediler. O dinlemedi. Allah da onu sarayı ve servetiyle birlikte yerin dibine geçirdi." (Kasas, 79-81) 3- Küçük görülen bir kimsenin elde ettiği bir nimetle saygı duyulması gereken bir noktaya gelmesi. Bazı kimseler, insanların eşitliğine inanmazlar. Bunlar, sahip oldukları bazı imkânlar yüzünden diğer insanları kendilerinden küçük görürler ve bununla mutlu olurlar. Bu sebeple, bu insanlar da benzer imkânları kazanıp onların seviyesine gelince, buna fenâ hâlde kızarlar ve kıskançlık duyarlar. İslâm'ın insanların eşitliğini ısrarla vurgulaması bu kötülüğün de önüne geçmek içindir. Onun tanıdığı takva üstünlüğü ise, kimseye üstünlük taslama hakkını ve keyfini vermez. Çünkü takva, aynı zamanda kendini herkesten aşağı görmek ve tevazu göstermek demektir. 4- Bir kimseyi sahip olduğu nimete lâyık görmemek. İnsanların neye lâyık olup neye lâyık olmadıklarını takdir ve tayin hakkını kendi kendisine veren birisi, bir kimseyi elindeki nimete lâyık bulmayınca onu kıskanır. Hakikatte ise, bu hak sadece Allah Teâlâ'ya aittir. Onun için, müşrikler, peygamberliğin zengin ve dünya ölçülerine göre şöhret bulmuş birisine verilmesi gerektiğini söyleyince, Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir. "Allah, peygamberliği kime vereceğini sizden daha iyi bilir." (En’am 124) Kaldı ki, nimet her zaman mevcut liyakatten dolayı verilmez. O bazen de liyâkat kazanılmasına yardımcı olması için verilir. Buna rağmen liyâkat kazanmak için bir çaba sarf dilmezse, o zaman nimet nimet olmaktan çıkar, azap vesilesi hâline gelir. 5- Rekabet. Aynı şeye talip olan insanlar, rakiplerini kıskanır ve onların kazanma şansına sahip olmalarından rahatsızlık duyarlar. Bu sebeple, kocalarının kalbine girmek isteyen kumalar, anne ve babalarının sevgisini kazanmak isteyen kardeşler, hoca ve öğretmenlerin gözüne girmek isteyen talebeler, halkın teveccühünü çekmek isteyen mürşitler (âlimler, şeyhler ve diğer büyükler), iktidar olmak isteyen partiler, aynı işi yapan tüccarlar, aynı mesleği yürüten sanatkârlar birbirini kıskanırlar. Bazen de birbirinin meziyet ve imkânlarını yok etmek, hatta varlığını ortadan kaldırmak için çalışırlar. Yusuf (as)’ın kardeşleri bunun tipik bir misâlidirler. 6- Tek ve emsalsiz olmak arzusu. Her hangi bir meziyette, örneğin cesarette, ilimde, sanatta, güzellikte, ibadette, hitabette tek ve benzersiz olmak ve halk içinde bu şekilde tanınmanın verdiği zevki yaşamak isteyen bir kimse, başka bir kimsenin kendi seviyesinde olmasından ve bu seviyeye gelebilme ihtimalinden şiddetle rahatsız olur, onu kıskanır ve başını yemek ister. 7- Mücerret ruh bozukluğu. Âdi ve bozuk bir ruh taşıyan bir kimse, yukarıda geçen sebeplerden hiç birisi bulunmadığı zaman da, başkalarının nimetini kıskanır. Böyle bir kimseye, her hangi bir insanın mutluluğundan bahsedildiği zaman kendisi mutsuz olur, mutsuzluğu anlatıldığı zaman da mutlu olur. Bu yedincisi dışarıda tutulduğu takdirde, diğer kıskançlık sebepleri ancak bir birini tanıyan, birbirine yakın olan, aynı kulvarda yarışan kimselerde bulunur. Çünkü ancak bunlar birbirlerinin maksat ve gayesi için yakın tehlike ve tehdit oluştururlar. Şunu da belirtmek lâzımdır ki, kıskançlık ancak dünyaya ait işlerde olur. Ahiret işlerinde ise, kıskançlık olmaz. Çünkü bu alanda ne nefis, ne de şeytan yoktur. Bu sebeple, maksadı Allah rızasını kazanmak ve cennete gitmek olan bir kimse, aynı maksat için çalışan kimseleri kıskanmaz, aksine onları sever, destekler ve başarıları için duacı olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinden kin (gibi kötü hisleri) çıkarıp attık." (A’raf 43) Bu itibarla, bir kimse ahiret işinde kıskançlık duyarsa, onun maksadının dünya olduğu, amelinde de riya bulunduğu anlaşılır. Dünya işinde kıskançlık varken, bunun ahiret işinde bulunmaması ahiret işi için bir üstünlüktür. Ahiret işlerinde kıskançlığın bulunmaması, aynı zamanda bu işlerle meşgul olan kimselerin daha rahat ve mutlu olmalarını da sağlar. Çünkü kıskançlık rahatlık ve mutluluğu bozan bir illettir. Bu mânayı kasdeden İbrahim İbni Edhem (ra) şöyle demiştir: "Biz sahip olduğumuz nimeti saltanata değişmeyiz. Ve sultanlar bizim ne kadar rahat ve mutlu olduğumuzu bilselerdi, bizim gibi olmak için saltanatı bırakırlardı." Hasedi Kalpten Çıkarmanın İlâcı Bil ki, hased kalbin büyük hastalıklarındandır. Kalbin hastalıkları ise ancak ilim ve amelle tedavi edilebilirler. Hased hastalığını tedavi eden ilim, hasedin hem din, hem de dünya açısından sahibine zarar verdiğini, hased edilen kimseye ise zarar vermediğini, hatta fayda verdiğini tahkiki bir şekilde bilmektir. Hasedin din açısından zarar vermesi, onun Allah Teâlâ'nın takdir ve taksimine (tasarrufuna), adâlet ve hikmetine itiraz etmek anlamını taşımasıdır. Bu şekildeki bir itiraz ise iman ve tevhidi ciddî bir surette zedeler. Buna ilâve olarak hased, müslümanlar için vacip olan iyilik istemenin terk edilmesi ve haram olan kötülük isteminin yaşanmasıdır. Hased, insanlara hep iyilik dileyen ve kendileri de iyilik bulan peygamberlerin ve sâlih müminlerin huyunun bırakılması, dünya ve ahiret rüsvalığına mahkûm olan İblis ve onun izinde giden kâfirlerin huyuna sahip çıkılmasıdır. Hepsi de kalbe yerleşen büyük günahlar olan bu durumlar, ateşin odunu yakması gibi sevapları yakar ve gecenin gündüzü karatması gibi kalbi karartırlar. Hasedin dünya açısından zarar vermesi ise, hased eden kimseyi devamlı surette gam, keder ve ıstırap içinde bırakmasıdır. Bu kimse, hedef kişide bir nimet gördükçe kahrolur, ondan bir belânın kalktığını öğrendikçe de yıkılır. Başkasının zarar görme isteği olan hased, böylece, ters dönüp kendi sahibine zarar verir. Hased böyle yaptığı için, onun günah olmasından çekinmeyen inançsız kimselerin bile, ondan iğrenmesi ve şiddetle uzak durması akıl ve maslahat gereğidir. Hasedin hased edilene zarar vermediğini söyledik. Çünkü, o sahibinin kalbinde kötü bir istek ve rahatsızlık hâlinde kaldıkça, ötekine zarar vermez. Kötü bir fiile dönüşmesi hâlinde ise, zahire göre ona zarar verdiği görülse bile, hakikatte kaderde yazılan ve olması gereken şey olur. Hasetçi ise sadece buna sebep olur ve sorumluluğunu üstlenir. Kaderin hükmü ve miadı insanlar tarafından değiştirilemediği için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah sana bir zarar dokundurursa, onu ancak kendisi kaldırabilir. O, sana bir iyilik isterse de kimse O'nun iyiliğini önleyemez." (Hûd, 107), "Onlar Allah’ın nurunu üfleyerek söndürmek isterler. Fakat, kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır." (Tevbe, 32; Saff, Onun için şöyle denilmiştir: Takdir-i Hudâ kuvvet-i bazu ile dönmez. Bir şem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez. İnsanların kötü duâ, istek, temenni ve hasretleriyle kaderin değişip nimetlerin zeval bulmaması Allah Teâlâ'nın bütün insanlara bir lütfudur. Çünkü bunlarla kader değişse ve nimetler zevâl bulsaydı, hiç kimsede nimet kalmaz, dünyada sadece belâ kalırdı. Çünkü insanların büyük çoğunluğu birbiri için kötü temennilerde bulunur ve birbirine hased ederler. Hased edilen kimsenin hasetten fayda görmesi ise, hasetçinin onu gıybet etmesi ve onun aleyhinde çalışması gibi kötülüklerin ona sevap hâline gelmesi ve hasetçinin sevaplarını ona kazandırmasıdır. Hasedin bu fayda cihetini göz önünde tutan bazı kimseler, hasetçilerinin çok olmasını temenni etmişlerdir. Bazıları da onların azap çekmeleri için çok yaşamalarını istemişlerdir. Bir şâir, hitap ettiği bir zata şöyle demiştir: Düşmanların ölmesinler, uzun yaşasınlar İkbâlini hep görüp de dâim kahrolsunlar Nimet sebebiyle sana hep hased edilsin Nimette olduğun bununla ispat edilsin. Hased etmek yanlış olduğuna göre, doğru olan, müminlerin nimet ve iyilik görmelerine sevinmek, hizmet ve faziletlerinden dolayı onları sevmektir. Bu şekilde sevmek ve sevinmek hem kalbe rahatlık ve mutluluk verir, hem de kişiye sevap kazandırırlar. Bir adam, "Ya Rasûlullah! Kişi bir kavmi sever, fakat ilim ve ameliyle onların seviyesine çıkamazsa hâli ne olur?" diye sordu. Allah Rasûlü (as), "O kişi sevdiği o kimselerle beraberdir." buyurdu. (Müttefekun aleyh) Bu o demektir ki, insanın derecesini yükselten sebeplerden birisi, hatta en önemlilerinden bir tanesi iyiliği ve iyileri sevmektir. Onun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Ya âlim ol, ya ilim öğrenen ol, ya da bunları seven ol." Bu hadiste, ilmi sevmenin ilim sahibi olmak derecesinde olduğu bildirilmiştir. Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde de şöyle denilmiştir: "Cennet ehli üç kısımdır. Bunlar fiilen iyilik yapanlar, iyilik yapanları sevenler ve bu iki kısma karşı kötü bir his beslemekten sakınanlardır." Hiç şüphesiz ki, hased eden insan, bu üç kısmın dışındadır. Çünkü o ne iyilik eden, ne iyilik edenleri seven, ne de bunlara karşı kalbini temiz tutandır. Hased, geri tepen bir silâh olduğu için, hasetçinin başkası için temenni ve arzu ettiği kötü hâl, kendi başına gelir. Allah Teâlâ, "Kötü hile kendi sahiplerini bulur." (Fâtır, 43) buyurmuştur. Hased hastalığını tedavi eden amel ise, hedef insanı methetmek, ona sevgi ve ilgi göstermek, kendisine yardım etmek ve iyilikte bulunmaktır. Bunları yapmak, acı bir ilacı içmek gibi nefse zor gelir; ancak memnuniyet verici bir sonuç ortaya çıkarır. İlim ve amelden oluşan bu genel tedavi yanında, hasedi doğuran özel sebep üzerinde durmak ve onun yanlış olduğunu düşünüp ondan sakınmanın gerektiğine karar vermek lâzımdır. Onun için, örneğin, hasedin sebebi buğz ise, müslümanlara karşı buğz değil, sevgi beslemenin gerektiğini, onları sevmek için iman başta olmak üzere çok gerekçelerin bulunduğunu, onlardaki bütün olumlu yönleri bir tek olumsuz hâl ve harekete feda etmenin adâlet prensibine uymadığını, her şeyden evvel ve sonra yaratıkları Yaratandan ötürü sevmenin ibadet olduğunu düşünmek gerekir. Bunlar düşünülünce de, buğzdan ve onun sebep olduğu hasetten kurtulmak kolaylaşır. Hasedin üç derecesi vardır. Birinci derecesi, kendi kendine oluşan ve kalpte irade dışında duyulan kıskançlık meylidir. Bu meyil, bazı insanların tabiat ve yaratılışından gelir. Ancak, sahibi bundan rahatsızdır ve onu duymak istemez. Bu meyil, yaratılıştan geldiği ve iradenin dışında kaldığı, sahibi tarafından da istenmediği için sorumluluk taşımaz. İkinci derecesi, tabiat ve yaratılıştan gelen kıskançlığın irade ile benimsenip kuvvetlendirilmesidir. Kişi bu derecedeki kıskançlık meylinden rahatsız değildir, memnundur, ancak yine de onu fiil hâlinde açığa çıkarmaz. Bu hased iradeye taalluk eden yönüyle günahtır. Üçüncü derecesi ise, bu hissin dil veya fiil ile ortaya çıkarılmasıdır. Bu hasedin tam şeklidir. Günahı da tamdır. Şu da bilinmelidir ki, birinci derecedeki hased, yukarıda anlatılan tedavi yöntemiyle etkisiz hâle getirilmezse, giderek güçlenip üçüncü dereceye kadar çıkar ve sahibi için bir günah makinesi hâline gelir. Çünkü hisler devamlı oldukları için, makine gibi çalışıp devamlı sevap ve günah üretirler. |
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın