º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
TEVBENİN HAKİKATİ...
Tevbenin Hakikati ve Tarifi Tevbe Etmenin Vücubu ve Fazileti Tevbeyi Çabuk Yapmanın Vücubu Tevbe Etmek Herkes İçin, Bütün Hâllerde Gereklidir Şartları Tamamlanan Tevbe Kabul Edilir Günah Çeşitleri Allah Hakkı ve Kul Hakkıyla İlgili Günahlar Küçük ve Büyük Günahlar Ahiretteki Derece ve Derekeler Dünyada Kazanılan Sevap ve Günahlara Göredir Küçük Günahları Büyüten Faktörler Tevbenin Tamam Olması Tevbe Üzerinde Sebat Etmek Tevbe Edenin Yapması Gereken İşler Günahta Israr Etme Düğümünü Çözmenin ve Tevbeye Yönelmenin Çaresi Ayıpları gizleyen ve gaybları (gizli işleri) bilen Allah Teâlâ'ya tevbe etmek yolun başı, yolcuların ilk adımı ve iyileşmenin başlangıcıdır. İnsanların babası Adem (as) bir hata işledi. Fakat, hemen dönüp tevbe etti ve bununla kırdığını tamir etti ve yıktığını yeniden yaptı. Onun çocukları hata işlemekte ona uyarlarsa, tevbe ve dönüşte de ona uymak zorundadırlar. Evlâdın babalarına benzemeleri bu iki yönün toplamıyla tamamlanır. Bu sebeple, günah işleyip de tevbe etmeyen bir kimse, babası Adem'e benzediğini iddiâ edemez ve onun yolunda olduğunu söyleyemez. İnsan yalnızca hayır işlemek suretiyle meleklere benzemeye çalışmasa bile, tevbe ve pişmanlık duymaksızın şer işleyerek şeytanlara da benzemeye çalışmamalıdır. Günahları ancak iki ateş yakabilir. Bu ateşlerden birisi dünyadaki pişmanlık ateşi, diğeri de ahiretteki cehennem ateşidir. Onun için, günahlara bulaşmış bir kimse, kendisi için bu ateşlerden hafif ve kolay olan dünya ateşini seçmeli ve ahiretteki ateşe yakalanmadan önce tevbe etmelidir. Bil ki, tevbe üç şeyden oluşan mürekkep bir olaydır. Bu üç şey ilim, hâl (duygu) ve fiildir. Bu konudaki ilim, günahların büyük zararları bulunduğunu ve onların uğursuzluğu yüzünden insanın dünya ve ahiret saadetinden mahrum edildiğini bilmektir. Bu bilgi kesin bir şekilde oluştuğu takdirde, işlenmiş günahlara karşı kalpte hâl (duygu) planında pişmanlık, hayıflanmak ve huzursuzluk meydana gelir. Çünkü insan kendi iradesiyle kendisini zarara soktuğu zaman, bundan şiddetli bir ıztırap duyar. Bu ıztırap, onda niyet planında bu zararı defetmeye yönelik güçlü bir istek ve kararlılık oluşturur. Bu istek ve kararlılık da fiil planında onu yapmakta olduğu yanlışı bırakmaya, ileride onu hiç tekrarlamamaya ve daha önce yaptığı şeyi de mümkün olan bir yolla telâfi etmeye sevk eder. Günahların helâk edici zehirler olduğu gerçeği ancak kuvvetli bir imanla bilinir. Bu sebeple, günahlardan dolayı rahatsızlık duymanın şiddeti imanın kuvvetiyle doğru orantılıdır. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "İmanı kuvvetli olan bir mümin, en küçük bir günahını başının üstünde tutulan kocaman bir kaya azametinde hisseder, imanı zayıf olan bir fâsık ise, en büyük günahını burnuna konan bir sinek gibi hafif görür." Tevbe, sözü edilen üç unsurdan oluşmakla birlikte onun bel kemiği ve orta direği pişmanlıktır. Bu sebeple, Allah Rasûlü (sa), "Tevbe pişmanlıktır." (İbnu Mâce, İbnu Hibbân, Hâkim) buyurmuştur. Pişmanlığın oluşması mevcut olan kuvvetli bir imandan ileri gelir ve kişiyi tevbenin diğer rüknü olan günahı terk etmeye iter. Pişmanlığın oluşmaması ise onu oluşturacak kuvvette bir imanın bulunmadığını gösterir. Bu durumda hâliyle günahı terk etme olayı da meydan gelmez. Pişmanlığın bu öneminden dolayı, tevbe şöyle tarif edilmiştir: "Tevbe, geçmiş bir hatadan dolayı kalbin yanması, için erimesi ve ciğerin parçalanmasıdır." Fiil yönüyle de tevbe şöyle tarif edilmiştir: "Tevbe, kötü olan hareketleri övülen hareketlerle değiştirmektir." Bu tarifin sahibi Sehl et-Tusterî'dir. Tevbe Etmenin Vücubu ve Fazileti Bil ki, tevbe edilmesi bir çok âyet ve hadislerle emredilmiştir. Onun bu şekilde emredilmesi vacip olduğunu ifade eder. İflâh olmak da tevbe etmeye bağlanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki, iflâh olasınız." (Nur, 31) İflâh olmak, kıyâmet gününde hüsrana uğramamak ve murada ermek demektir. Allah Teâlâ’nın sevdiği insanların bir vasfı da çok tevbe etmektir. Bunu ifade eden bir âyette, "Allah çok tevbe edenleri ve her yönden temizlenenleri sever." (Tahrîm, buyurulmuştur. Ancak geçerli olan tevbe, samimî olan ve yanmış bir kalpten gelen tevbedir. Onun için bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Samimî bir şekilde tevbe edin. O zaman umulur ki, Allah günahlarınızı affeder ve sizi altında ırmaklar akan cennetlere yerleştirir." (Tahrîm, Tevbe etmenin gerekliliği basiret nuruyla da anlaşılır. Çünkü, bu nurla da günahların ebedî saadete giden yolu tıkadığı ve ebedî şekâvete giden yolu açtığı görülür. Ebedî saadet ise kimileri için cennete gitmek, kimileri için de Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak ve O'na yakın olmaktır. Bunun gibi, şekâvet de kimileri için cehennemde yanmak, kimileri için de Allah Teâlâ’nın rızasını ve O'nun yakınlığını kaybetmektir. Saadeti cennete gitmek şeklinde anlayanlar, işledikleri haram fiilleri terk etmek gerektiğine inanırken, onu Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak şeklinde anlayanlar dünya ve nefse tealluk eden her şeyi (tüm mâsivâ'yı) terk etmenin vacip olduğunu düşünürler. Günah işlemek Allah Teâlâ'dan yüz çevirmektir. Bu korkunç gerçeği idrâk edenler, günah işlemektense ateşe atılmayı tercih ederler. Tevbenin aslı vacip olduğu gibi, onu günahtan hemen sonra yapmak da vaciptir. Çünkü, her emrin bir ifâ (yerine getirilmesi) zamanı vardır. Tevbe etmenin zamanı da günahın işlendiği andır. Tevbeyi çabuklaştırmanın gerekli olduğunu akıl yoluyla da izâh etmek mümkündür. Çünkü, günahların helâk edici şeyler olduklarına inanmak imanın bir cüz'üdür. Onun için, buna tereddütsüz iman etmek vaciptir. Bu inancın hem dinî, hem de aklî gereği, günahları terk etmek ve yapılmış olanın izini silmektir. Bu sebeple, günahlar terk edilmedikleri ve izlerinin silinmesi cihetine gidilmediği takdirde, bu yöndeki inanç oluşmamış olur. Bu mânayı ifâde etmek için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Zina eden bir kimse, zina ettiği zaman mümin değildir." (Müttefekun aleyh Not: Bu hadisin devamında içki içen ve hırsızlık yapanların da bu günahları işledikleri zaman mü’min olmadıkları bildirilmiştir.) Fakat bu kişi o zaman ölmez de sonra hemen tevbe ederse, imanı zedelenmiş ve porsumuş bir hâlde geri gelebilir. Her seferinde tevbe etmeyi başarırsa bile, sık sık günah işleyen bir kimsenin imanı ikide birde yerinden çıkarılan bir ağaç gibidir. Bu ağaç tekrar dikilebilse de meyveleri çürür ve yaprakları kurur. Söküp dikmenin ağacın gücünü aşması hâlinde ise, o artık bütünüyle kurur. Kökleri yakîn (kesinlik), dalları sâlih amellerden oluşmayan bir iman ağacı, şiddetli hâdiseler karşısında, özellikle de bu hâdiselerin en korkuncu olan ölüm fırtınası önünde ayakta duramaz, devrilir. Bu sebeple, günah işleyip duran bir kimsenin, günahlardan sakınan ve sâlih amel işleyen bir kimseye, "Ben de senin gibi müminim." demesi, tıpkı kavak ağacının selvi ağacına, "Ben de senin gibi ağacım." demesi gibidir. Selvi ağacı, buna şu güzel cevabı vermiştir: "Şimdi değil, ama sonbahar gelince, sen aramızdaki farkı görürsün." Çünkü sonbahar rüzgârları ve havası önünde selvi ağacı olduğu gibi kalırken, kavak ağacı çürür ve kuruyup dağılır. Bu anlamda bir şâir şöyle demiştir: Duman çekilince göreceksin, ami! Altındaki binek at mı, yoksa eşek mi (Ami, Doğu lügatinde amca demektir.) Bu duman, dünya hayatının ürettiği gaflettir. Hayat bitme aşamasına geldiği zaman, gaflet de çekilir ve o zaman kişinin nasıl bir imana sahip olduğu ortaya çıkar. Cehennem ateşinde yanacağına inanmayıp günah işleyen ve bundan pişmanlık duyup tevbe etmeyen bir kimsenin imanı, ölüm anının sarsıcı dehşetine dayanamaz ve bir deprem anındaki çürük bina gibi yıkılır. İman için günahlar, vücut için zehirli ve zararlı yiyecekler durumundadır. Zararlı yiyecekler, nasıl ki, bir anda vücudu öldürmese de tedricen (yavaş yavaş) onu zayıflatıp ölüme götürürlerse, günahlar da imanı zayıflatarak yok olmaya doğru götürürler. Onun için, nasıl ki, hastalanmaktan ve ölmekten korkan bir kimse, hastalık ve ölüm sebebi olan zehirli ve zararlı yiyeceklerden uzak durur ve şayet bir gaflet ve zaaf anında midesine bunlardan bir şey indirmişse kusmak suretiyle midesini temizlerse, imanı için günahlardan korkan bir kimsenin de günah işlemekten uzak durması ve her hangi bir sebeple bir günah işlemişse, hemen ondan tevbe ve dönüş yapması lâzımdır. Kaldı ki, insanın imanı için korkması vücudu için korkmasından daha önemlidir. Çünkü, vücut geçici ve kısa bir ömür için, iman ise ebedî ve bitimsiz bir huzur ve saadet için gereklidir. O hâlde, ey müminler! Elinizi çabuk tutun ve hemen tevbe edin. Çünkü günahların zehiri imanınızı bozarsa, ondan sonra ne tevbe etme arzusunu duyarsınız, ne de nasihat ve uyarıcıları dinlersiniz. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle, "O zaman azap hükmü sizin için kesinleşmiş olur." (Yûnus, 33, 97; Zümer, 71; Gâfir, 6; Yasın, 70) ve "Siz uyarılsanız da uyarılmasanız da inanmayacaksınız." (Bakara, 6) İman kazanmak için amel şart değildir. Onun için, âlimlerden bazıları, amelin iman mefhumuna dahil olmadığını söylemişlerdir. Fakat imanın kuvvetlenmesi ve kalıcı hâle gelmesi amele bağlıdır. Amel tıpkı bir fidan için gerekli olan su gibidir. Çünkü fidanı dikmek suya bağlı değildir; fakat onun yetişip ağaç olması su verilmesine bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, imanlarını sâlih amellerle beslemeyen ve onu günahların çürütücü etkisinden korumayan kimseler, ne kalıcı bir imana sahip olabilirler, ne de kendilerinde imanın meyvesi olan huzur ve mutluluğu bulabilirler. Bunlar güçlü imanın gölgeleri olan ahlâkî fazilet ve meziyetlerden de mahrum kalırlar. Çünkü, bunlar iman fidanını susuz bırakmış ve onu kalplerinde kurutmuşlardır. Tevbe Etmek Herkes İçin, Bütün Hâllerde Gereklidir Tevbe etmeyi emreden âyetler, bunun herkes için ve bütün hâller ve zamanlar için gerekli olduğunu ifâde etmektedirler. Örneğin bir âyetin mânası şöyledir: "Ey iman edenler! Hepiniz her zaman Allah'a dönüp tevbe edin." (Nûr, 31) Basiret nuru da bunun böyle olduğunu gösterir. Çünkü tevbenin mânası, Allah Teâlâ'dan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmektir. İnsanlar bu yola henüz aklî melekelerinin olgunlaşmadığı çocukluk döneminde girerler. Çünkü onlara bu dönemde hisler hükmeder ve onları hisler yönetir. Büluğ yaşına girince, akılları nefis ve hisleriyle mücâdele etme yeteneğini kazanır ve o zamana kadar gidilen yolun yanlış olduğunu anlayarak ondan dönüş yapılmasını ister. Ancak akıl melekesi olgunlaşmaz ve hisler hükmetmeye devam ederse, yanlış yoldaki seyir de devam eder ve insan yaşlanıp ölünceye kadar çocukluk hâlini yaşar. Onun bu durumda gerçek çocuktan tek farkı ise, çocuk gibi masum ve mazur olmamasıdır. Çünkü, o kendisine verilen aklı kullanmamış ve kendi ihmali yüzünden hislerine mahkûm kalmıştır. Onun için, büluğ yaşına giren bir kimse kâfir ise, küfürden dönmesi, şeytanın âlet ve silâhları olan şehvetlerine10 mağlup ise, bunları yenip din ve aklın emrine girmesi, anne ve babasına uyarak taklid yoluyla müslüman olmuşsa imanını tahkik ederek (bilgi ve şuur hâline getirerek) taklid yolundan dönmesi gerekir. (Buradaki şehvetten maksat, din ve aklın dışına taşan hisler ve duygulardır. İstemek demek olan bu sözün kapsamına kibir, hased, kızgınlık, zulüm arzusu gibi hisler de dahildirler.) Gerçekleştirilmesi en zor olan tevbe şekli, büluğ yaşında gerekli olan bu köklü dönüştür. Çünkü bu dönüş, o zamana kadar gelen bütün yanlış inanç, âdet, huy ve alışkanlıkları terk etmeyi gerektirir. Bu şeyler ise büyük bir yekûn tutarlar. Bu dönüş zor olduğu için, onu yaptırabilecek kuvvette bir akıl ve iman lâzımdır. Akıl ve iman kuvvetli olmadıkları takdirde, bu dönüşü tam olarak gerçekleştirmek ve yeni bir insan olarak ortaya çıkmak mümkün değildir. Bundan başka da, insanlar her zaman günah işleyebilirler. Günah işlemenin şekilleri de pek çoktur. Bunların bir kısmı, dış organlara mütealliktir, bir kısmı da duygulara, niyet, tasavvur ve tahayyüllere aittir. Zaman ve imkânları boş geçirmek veya eksik kapasite ile harcamak da tevbe edilmesi gereken günahlardandır. Allah Rasûlü (sa), fikrini bir an için Allah Teâlâ'yı düşünmekten alıkoyan işlerden dolayı da tevbe ve istiğfar ederdi. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Bazen fikrim bir işle meşgul edilir. Ben bundan dolayı yüz kere istiğfar ederim." (Müslim) O, zikri kesmek zorunda olduğu için, tuvalete girip çıktıktan sonra da, "Allah'ım beni affet." diye istiğfar ederdi. Kulluktaki her türlü eksiklik ve noksanlık da tevbe etmeyi gerektirirler. İbadetteki eksiklik, marifetteki eksiklik, zikirdeki eksiklik bunun çeşitleridir. (Marifetten maksat Allah Teâlâ'yı tanımak ve O'nun hakkında bilgi sahibi olmaktır. Zikirden maksat Allah Teâlâ'yı anmak ve düşünmektir. Sözlü zikir de buna dahildir.) Daha önce de söylediğimiz gibi, günah ve eksikliği bırakmak tevbenin bir parçasıdır. Onun diğer iki parçası ise, pişmanlık duymak ve mevcut izleri silmek, durumu telâfi etmektir. Çünkü her bir günah ve eksiklik kalpte bir iz, bir kir, bir gölge ve karanlık bırakır. Bu iz ve kirleri silmek ise, ancak pişmanlık duymak ve bir hayır işlemekle mümkündür. Bu sebeple, bir adam, işlemiş olduğu bir günahtan pişman olup ondan nasıl kurtulacağını sorunca, Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir: "Günün iki tarafında ve gecenin bazı saatlerinde namaz kıl. Sevaplar günahları götürürler." (Hûd, 114) Allah Rasûlü da: "Kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki, onu silip yok etsin." (Tirmizî) demiştir. Farz ve vâciblerin dışında kalan mükemmilât'ı (nâfile ibadetleri, takva hasletlerini, ahlâkî üstünlükleri) terk etmek de tevbe edilmesi gereken bir günahtır. Bu şeylerin terk edilmesiyle belki insan cehenneme atılmaz, fakat cennetin yüksek derecelerinden geri kalır. Bu yüksek dereceleri kazanmaya çalışmamak gibi, onları kazandırmayan daha düşük amellerle yetinmek de günah sayılmış ve, "İyilerin amelleri daha iyiler için günahlardır." denilmiştir. Düşük derecede olan sâlih amellerin günah sayılmaları elbette ki, Sert anlamda değil, yüksek derecelere ulaştırmamak anlamındadır. Bu tıpkı, bir sermaye ile daha çok kâr getiren işler yapmak mümkün iken, beceriksizlik veya tembellik yüzünden daha az kâr getiren işleri yapmak gibidir. Ticaret dilinde, bu türlü eksik kârlara da zarar denir. Bu sebeple, daha iyiler, vaktiyle kendilerini oyaladıkları düşük değerdeki amelleri de günah sayar ve onlardan dolayı da tevbe ve istiğfar ederler. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: "İnsan sadece geçen zaman ve imkânları düşük kapasite ile değerlendirdiği için ağlasa, ömür boyu ağlaması lâzım gelir." Zaman ve imkânları zayi etmek üç türlüdür. Birincisi, bunları tam kapasite ile değerlendirmemektir. İkincisi, onları tamamıyla heder etmek ve onlardan hiç yararlanmamaktır. Bu, öncekinden daha kötüdür. Üçüncüsü ise bunlarla günah kazanmaktır. Bu en kötüsüdür. Bütün bunlar, ağlanması ve tevbe edilmesi gereken musibetlerdir. Bir kimse hayatındaki bu musibetleri göremezse, onun bu körlüğü musibetlerden daha büyük bir musibettir. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Ölüm meleği kişiye gelip ruhunu alacağını söylediği zaman, bütün dünya kendi mülkü olsa, onu vererek birkaç dakika satın alıp tevbe ve istiğfar etmek ister." Kur'ân-ı Kerim'de bu olay şöyle ifâde edilmiştir: "Ölüm geldiği zaman kişi şöyle yakarır: 'Rabbim! Bana biraz daha fırsat tanı; sadaka vereyim ve sâlih kimselerden olmaya çalışayım.’ Fakat Allah, eceli gelen hiçbir kimseyi geciktirmez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (Münâfikûn, 11) İki âyet de şöyledir: "Günah işlemeye devam eden ve ancak ölüm geldiği zaman, 'Ben tevbe ettim.’ diyen kimselerle tevbesiz ölenlerin tevbesi yoktur. Bunlar için biz, elemli bir azap hazırlamışız." (Nisa, 18), "Allah’ın kabul etmeyi va'dettiği tevbe o kimselerin tevbesidir ki, bunlar cehâlet yüzünden günah işlerler ve sonra gecikmeden dönüş yaparlar. " (Nisa, 17) Lokman kendi oğluna şunu söylemiştir: "Yavrum! Tevbeyi geciktirme! Çünkü ölüm ansızın gelir." Tevbeyi geciktirmenin başlıca iki büyük sakıncası vardır. Bunlardan birincisi, günahlardan gelen karanlığın imanın nurunu söndürmesi ve küfre yol açması tehlikesidir; ikincisi de ölümün ansızın gelip tevbe etmeyi imkânsızlaştırmasıdır. Şöyle denilmiştir: "Cehennem ehlinin en çok hayıflandığı şey, tevbeyi geciktirmiş olmalarıdır." Bir arif şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ruhu alınan bir kimseye: 'Ey kulum! Seni dünyaya temiz olarak gönderdim ve bu temizliği koruman için sana değişik imkânlar verdim. Sen, emanetim olan temizlik ile geldinse seni mükâfatlandırırım. Fakat imkânları kötü kullanarak kendini kirlettinse sana ceza veririm.’ der." Şu âyet bu anlamı ifade eder: "Siz bana karşı taahhüdünüzü yerine getirin, ben de size karşı taahhüdümü yerine getireyim." (Bakara, 40) Şartları Tamamlanan Tevbe Kabul Edilir Bil ki, tevbe sahih (sağlam ve sağlıklı) olduğu takdirde Allah Teâlâ tarafından kabul edilir. Onun sahih olması ise, şartlarının yerine getirilmesi ile mümkün olur. İnsan kalbi temiz olarak yaratılır. Onun bu fıtrî temizliği günahların kiriyle bozulur. Bu, tıpkı ilk olarak giyildiği zaman temiz olan bir elbisenin kirli şeylerle kirlenmesi gibidir. Bu şekilde kirlenmiş olan elbiseyi temizlemenin çaresi bulunduğu gibi, günahlarla kirlenen kalbi temizlemenin de çaresi vardır. Bu çare, pişmanlık ateşinde kaynatılan göz yaşlarıdır. Bu sıcak göz yaşlarıyla yapılan tevbe kabul edilir ve kalb temizlenir. Allah Teâlâ, bir kimsenin günahını affetmek ve kalbini temizlemek istemezse, ona sağlıklı bir şekilde tevbe etmeyi nasip etmez. Bu kimse, diliyle "Tevbe ettim." dese bile, onun tevbesi soğuk su ile yağlı boya lekelerini çıkarmaya çalışmak gibi faydasız ve sonuçsuzdur. Allah Teâlâ'dan yüz çevirip dünyaya bütünüyle yönelmiş insanların tevbesi bu türdendir. Kur’ân-ı Kerim'de, sahih olarak yapılan tevbenin kabul edildiğini bildiren çok âyetler vardır. Ayrıca, Allah Teâlâ kendisini tevbeleri kabul etmekle tanıtmış ve bunu kendisi için bir sıfat yapmıştır. Ayetler şöyledir: "Allah odur ki, kullarından tevbeyi kabul eder ve günahları affeder." (Şûra, 25), "Allah günahları affeden ve tevbeleri kabul edendir." (Gâfir, 3) Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ, gece günah işleyenler için sabaha kadar, gündüz günah işleyenler için de akşama kadar tevbeyi kabul elini uzatır." (Müslim), "Günahın kefareti pişmanlıktır." (Ahmed, Taberanî), "Allah Teâlâ İblisi dergâhından kovduğu zaman, İblis, 'Büyüklüğüne yemin ederim, ruhları çıkmadıkça ben de kullarının kalplerinden çıkmayacağım.’ dedi. Allah Teâlâ da, 'Ben de ruhları çıkmadıkça onlar için tevbe kapısını açık tutacağım.’ dedi." (Ahmed, Ebu Ya'lâ, Hâkim), "Kötülükten sonra bir iyilik yap ki, onu silsin." (Tirmizî), "Tevbe eden, günah işlememiş gibidir." Fudayl (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ merhamet ederse, günahkârlar da kurtulurlar. O adâleti uygularsa sıddıklar da helâk olurlar." Bu sözün ikinci şıkkını teyid eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Bir kimse, ince hesaba tâbi tutulursa azaba müstahak olur." Talk İbni Habib şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın hakkı, tam olarak ifâ edilemeyecek kadar büyüktür. Onun için, sabahladığınız zaman tevbe edin ve akşamladığınız zaman tevbe edin." Bir zat şöyle demiştir: "Bazen olur ki, bir kul bir günah işler ve ondan sonra ondan ölüp cennete gidinceye kadar hep onu hatırlayıp üzülür. Onun bu hâlini gören İblis, 'Keşke, bunu günaha düşürmeseydim!’ der." (İblis, bir sabah vakti uykuyu tatlandırarak bir âbidin namaza kalkmasını önlemiş. Fakat gün doğup abid uykudan uyanınca, şiddetli bir pişmanlık duymaya başlamış ve o gün akşama kadar ağlamış. Ertesi sabah vakti olunca, İblis gelip onu uyandırmış ve namaza kalkmasını istemiş. Abid, buna hayret ederek, "Sen beni namaza davet ediyorsun, öyle mi?" demiş. İblis." Evet." demiş. "Çünkü dün seni aldatıp namazdan geri bıraktım. Fakat sen ondan dolayı öyle bir pişmanlık duydun ki, birkaç namazın sevabına denk geldi." demiştir.) Abdurrahim şöyle demiştir: "Önceden müslüman olan bir kimse, sonradan müslüman olan bir kimseden daha az şanslı değildir. Allah Teâlâ müşrikler hakkında, Küfür ve şirkten vazgeçip müslüman olurlarsa, geçmiş günahları bağışlanır." (Enfâl, 38) buyurmuştur. Buna göre, müşriklerden önce müslüman olanlar da günahlardan vazgeçerlerse, günahları affedilir. Çünkü tevbe etmek de bir anlamda tekrar müslüman olmaktır." Bir zat şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bir kulunu affetmek istediği zaman, ona tevbe etmeyi ilham eder." Bir zat da şöyle demiştir: "Ben affedilmemekten değil, tevbe etmemekten (veya, tevbe edememekten) korkarım." (Bu sözün altını çizmek lâzımdır. Çünkü, o çok büyük bir gerçeği içeriyor. Bu gerçek de şudur: Tevbe edilince Allah Teâlâ affeder, fakat kendisi affetmek istemeyince tevbe etmeyi nasip etmez.) Mutezile fırkası, yapılan tevbeyi kabul etmek Allah Teâlâ'nın üzerine vaciptir, demişlerdir. Ehl-i Sünnet ise, bunun Allah Teâlâ'nın bir lütuf ve merhameti olduğunu söylemişlerdir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü, hiçbir şey Allah Teâlâ için vacip değildir. O ne yaparsa, kendi serbest iradesiyle yapar. Bu sebeple, affetmek O'nun merhameti, azap etmek de O'nun adaletidir. Ancak kendisi tâatları masiyetlere, iyilikleri kötülüklere ve tevbeyi günahlara kefaret yapmıştır. Onun yaptığı şey de vacip hâle gelir. Çünkü o mutlaka gerçekleşir. Hâl bu olunca, şüphe konusu olan, tevbenin kabul edilip edilmemesi değil, şartlarına uygun tevbe edilip edilmemesidir. Çünkü, tevbenin kabul edilmesi için bazı şartlar vardır. Bu şartlar da sonuçta, tevbenin kabul edilip edilmediğini şüpheli hâle getirir. Bu yüzden de, tevbe etse bile, kulun işlemiş olduğu günahlardan dolayı hayatı boyunca üzülüp korkmasını gerektirir. Bil ki günah, Allah Teâlâ'nın emirlerine muhalefet etmektir. Bu muhalefet de, bazen fiil, bazen de terk şeklinde olur. Günahların bir kısmı da insanların sıfatlarından ileri gelir. Bu sıfatlar ise dört çeşittir. Bunlar melekî (meleklerde de bulunan) sıfatlar, şeytanî (şeytanlarda da bulunan) sıfatlar, hayvanî (hayvanlarda da bulunan) sıfatlar ve yırtıcı sıfatlardır. Melekî sıfatlar edep, hayâ, merhamet, adâlet, itâat, doğruluk, nezafet, dürüstlük, yapıcılık gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar, insanların iyi taraflarıdır. Şeytanî sıfatlar kibir, inat, ucub, hased, hile, yıkıcılık, kötülükten hoşlanmak, isyan, nifak (iki yüzlülük) gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar helâk edici olan büyük günahlardandır. Fakat gözle görülmedikleri için, çoğu insanlar bunları günah saymazlar, hatta varlıklarının farkına bile varmazlar. Hayvanî sıfatlar yeme içme düşkünlüğü, oburluk, doymazlık, harislik, bencillik, cinsî arzu ve mal sevgisidir. Bu sıfatlardan haram yemek, mal yığmak, zina etmek gibi günahlar doğar. Yırtıcı sıfatlar ise kızmak, kin tutmak, düşmanlık etmek, saldırmak gibi sıfatlardır. Bu sıfatlar da kavga, zulüm, katil, haddi tecâvüz gibi günahlara yol açarlar. Melekî sıfatların dışındaki sıfatların sebep oldukları günahların bir kısmı kalpte cereyan ederken, bir kısmı da değişik uzuvlar üzerinde meydana gelirler. Kalpte cereyan eden günahlar devamlı işlerler. Uzuvlar üzerinde meydana gelen günahlar ise, fiil hâline geldikleri zaman günah oluştururlar. Küfür, nifak, bid'at, su-i zan, insanların kötülüğünü istemek kalpte cereyan eden ve süreklilik arz eden günahlardandır. Allah Hakkı ve Kul Hakkıyla İlgili Günahlar Günahların bir kısmı, kul ile Allah arasında kalır ve yalnızca Allah’ın hakkına taalluk ederler. Bu çeşit günahlar, Allah Teâlâ’nın emrini dinlememek ve O'nun hatırını saymamaktan ibarettir. Diğer bir kısmı ise, aynı zamanda kul hakkına da taalluk eder. Bu çeşit günahlarda hem Allah Teâlâ'nın emrini dinlememek, hem de insanların haklarını çiğnemek söz konusudur. Namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi günahlar birinci kısımdandır. Çünkü namaz kılıp kılmamak ve oruç tutup tutmamak insanlarla ilgili işler değildir. Bunlar yalnızca Allah Teâlâ'ya itâat etmek veya etmemek olaylarıdır. Saptırmak, çalmak, dövmek, sövmek gibi günahlar ise ikinci kısımdandır. Çünkü bunlarda hem Allah Teâlâ'nın emirlerini çiğnemek, hem de insanlara zarar vermek söz konusudur. Dinsizliğe davet etmek, bid'atı yaymak, günahlara teşvik etmek, halka aşırı ümit vererek kalplerindeki Allah korkusunu gidermek saptırmanın örneklerindendir. En büyük günah küfür ve şirktir. Bu günah Allah Teâlâ'nın hakkına taalluk eder. Bunun dışında, kul hakkına taalluk eden günahlar, yalnızca Allah Teâlâ'nın hakkına taalluk eden günahlardan daha büyüktür. Çünkü Allah Teâlâ, isterse kendi hakkını affeder. Fakat kul hakkını, kulun kendisi affetmedikçe, O da affetmez. Kul hakkının daha büyük olması bu anlamdadır. Buna kul hakkının daha ağır olması veya affedilmezliği de denebilir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kul için üç günah defteri tutulur. Birinci defterdeki günahlar affedilmez. Bu günahlar küfür ve şirk günahlarıdır. İkinci defterdeki günahlar affedilebilirler. Bu günahlar, küfür ve şirk dışında Allah Teâlâ'nın hakkına karşı işlenmiş günahlardır. Üçüncü defterdeki günahlar ise karşılıksız bırakılmaz. Bunlar, kul haklarına karşı işlenmiş günahlardır." (Ahmed, Hâkim. Not: Kul hakları mutlaka ödenir. Onları ya bu hakları çiğneyenlerin kendileri öderler, ya da Allah Teâlâ onların yerine öder. Çünkü Allah Teâlâ, razı olduğu ve cehennemde yanmasını istemediği kullarının üzerindeki hakları kendi tarafından öder. Kul hakları iki durumda da ödenmiş olur.) Allah Teâlâ, kendi haklarıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah, kendisine ortak tanınmasını affetmez. Bunun dışındaki günahları istediği kimseler için affeder. Kim, Allah'a şirk koşarsa o telâfisiz bir dalâlete düşmüş olur." (Nisa, 116) Allah Teâlâ'ya karşı her türlü itaatsızlık hadd-i zatında büyük olmakla birlikte, birbirlerine karşı nisbetleri itibarıyla günahlar küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Büyük günahların affedilmesi için, bazı âlimlere göre tevbe ve istiğfar etmek gereklidir. Küçük günahlar ise, tevbe ve istiğfar edilmeden de affedilebilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Nehyedildiğiniz büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affeder ve sizi güzel bir yere yerleştiririz." (Nisa, 31) O, bir âyette de, iyi olmakla vasıflandırdığı ve cennetle müjdelendirdiği kimseleri şöyle tarif etmiştir: "Bunlar, ufak tefek kusurlar dışında büyük günahlardan ve çirkin işlerden sakınırlar." (Necm, 32) Allah Rasûlü (sa) da şöyle demiştir: "Günlük beş vakit namazları ve Cuma namazı küçük günahlara Kefaret olur." (Müslim) Büyük günahların hangileri olduğu hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlere göre bunlar, had gerektiren ve cezasının cehennem olduğu bildirilen günahlardır. Bazılarına göre ise, bunlar genel günahlar içinde gizli tutulmuşlardır. Gizli tutulmalarının hikmeti de, bütün günahların büyük zannedilip hepsinden sakınılmasını temin etmektir. Ebu Tâlib el-Mekkî, büyük günahlardan on yedi tanesini isimlendirmiştir. Bu on yedi büyük günahtan dördünün yeri kalptir. Bunlar, Allah Teâlâ'yı inkâr etmek veya O'na ortak tanımak, işlediği günahtan pişman olmamak, Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmek ve O'nun azabından kendini emniyette görmektir. Onlardan dördünün yeri dildir. Bunlar yalan şâhidlik etmek, namuslu kadına zina isnâd etmek, yalan yere yemin etmek ve sihir yapmaktır. Onlardan üçünün yeri midedir. Bunlar; içki içmek, uyuşturucu almak, yetim malı ve faiz yemektir. Onlardan ikisi şehvetle ilgilidir. Bunlar; zina ve livata etmektir. İkisi elle ilgilidir. Bunlar; cana kıymak ve hırsızlık yapmaktır. Birisi ayaklarla ilgilidir. Bu, arkadaşlarını cephede bırakıp savaştan kaçmaktır. Bir diğeri de anne ve babaya haksızlık ve saygısızlık etmektir. Küçük günahlar da devamlı işlendikleri takdirde büyük günahlar hâline gelir. Bir sözde şöyle denilmiştir: "Israrlı olunması hâlinde küçük günah yoktur. İstiğfar edilmesi hâlinde de büyük günah yoktur." Ebu Said el-Hudrî (ra) şöyle demiştir: "Siz şimdi bazı günahları kıl gibi ince görüyorsunuz. Halbuki, biz Allah Rasûlü (sa) hayatta iken onları büyük günahlardan (diğer bir rivayette, münafıklık alâmetlerinden) sayıyorduk." Büyük ve küçük deyimleri izafî ve nisbî (göreli, göreceli) kelimelerdir. Bu sebeple, bir günah onun altındaki bir günaha göre büyük, üstündeki bir günaha göre küçüktür. Örneğin, bir müslümanın elini kesmek onu dövmeye göre büyük, onu öldürmeye göre küçüktür. Bu duruma göre, bir kimse bir kimseyi öldürme derecesine geldiği zaman, Allah Teâlâ'nın azabından korkup onu öldürmekten vazgeçer ve elini kesmekle yetinirse küçük bir günah işlemiş olur. Fakat, yalnızca onu dövmekle yetinebildiği hâlde elini keserse büyük bir günah işlemiş olur. Küfür bütün günahların en büyüğüdür. Çünkü küfür, insanların yaratılış gayesini örtmek ve inkâr etmektir. Yaratılışın gayesi ise, Yaratıcıyı tanımak ve O'na kulluk etmektir. "Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) ayeti bunu açıkça ifade etmiştir. Küfür ve mürtedlik, yaratılış ve hayatı gayesiz ve anlamsız hâle getirdikleri için, ona karşı saygıyı da ortadan kaldırırlar. Bu sebeple, kâfir ve mürted, çekinmeden cana kıyarlar. Şeriat da belli kurallar dahilinde onları öldürür. Küfür en büyük günah olduğu için, küfre davet etmek, dine düşmanlık etmek ve cephe almak da en büyük günahlardandır. Bunun yanında, dine bid'at sokmak ve onun asıl yapısını bozmak da büyük günahlardır. Büyüklükte bunları takip eden günahlar cana karşı işlenen cinayet ve suçlardır. Bunların arkasından haysiyete dokunan suçlar gelir. Bunların da arkasında mal ve menfaate verilen zararlar yer alır. Ancak bu tasnif ve sıralamaya rağmen, küçük ve büyük günahları tek tek birbirinden ayırmak ve yerlerini belirlemek zordur. Bu zorluk dinde bir sıkıntı oluşturmaz. Çünkü günahların hangi türden olduklarının tesbiti, ibadet ve sâlih amellerle af edilip edilmemeleri için gereklidir. Af ise Allah Teâlâ'ya aittir. Bu sebeple, bir günahın küçük veya büyük olduğunu O'nun bilmesi yeterlidir. Dünya hayatına taalluku bulunan büyük günahlar ise, had gerektirmeleriyle bilinirler. Denilebilir ki, şâhidlik büyük günahlar yüzünden reddedilir. Yani, bir kimse büyük bir günah işlemişse, onun şahidliği kabul edilmez. Hâl bu olunca, büyük günahların bilinmesinde kazaî zorunluluk vardır. Bu doğrudur. Ancak şâhidlik, sadece büyük günahlar yüzünden değil, aynı zamanda, sakınılması zor olmayan ve yaygın bulunmayan küçük günahlar yüzünden de reddedilir. Büyük günahlar da sakınılması zor olmayan ve yaygın bulunmayan günahlardandır. Ahiretteki Derece ve Derekeler Dünyada Kazanılan Sevap ve Günahlara Göredir Bil ki, dünya mülk ve şehâdet aleminden, Ahiret ise gayb ve melekût âlemindendir. Dünya göz önündedir, görülen şeyler de onun gerçekleridir. Ahiret ise göz önünde değildir. Bu sebeple, onun hakkındaki bilgimiz, onu dünyaya kıyaslamaktan ibarettir. Fakat ahiretin gerçekleri dünyadaki şeylerin aynısı değil, bir parça benzerleridir. Allah Teâlâ, "Orada (cennette) onlara dünyadaki nimetlerin benzerleri verilir." (Bakara, 25) buyurmuştur. Dünya uyku hâli, ahiret ise uyanıklık hâlidir. Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar." Durum bu olunca, dünya gerçekleri uyku hâlinde misâller ve sembollerle gösterildiği gibi, ahiret gerçekleri de dünyada bu şekilde (misâller ve sembollerle) bildirilmiştir. Onun için, meselâ, Allah Rasûlü (sa), ahirette ölümün yok edilmesini bir koçun kesilmesine benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde ölüm, alımlı bir koç şeklinde meydana getirilir ve mahşer ehlinin gözleri önünde kesilir." (Müttefekun aleyh) Bu hadis, ahirette ölümün yok edilmesi hâdisesini bildiğimiz bir misâl ile anlatmıştır. Bu olayın ahiretteki hakikati ise bilgimizin dışındadır. Bunun gibi, bazı Kur'ân surelerinin bulut şeklinde, bazılarının kuşlar suretine gelip okuyucularına şefaat edecekleri bildirilmiştir. Sûrelerin bulut veya kuş şeklinde gelmesi ifadeleri de birer temsil ve teşbihtir. İnsanlar, dünyada oldukları gibi, ahirette de çok farklı konumlarda olacaklardır. Ancak, onları kategori hâlinde dört kısma ayırmak mümkündür. Bu kısımlar helâk olanlar, azap edilenler, kurtulanlar ve kazananlardır. Çünkü âdil ve hakîm bir sultan bir ülkeyi fethettiği zaman, daha önce kendisine gösterdikleri tutuma göre o ülkedeki insanların bir kısmını öldürüp helâk eder. Bir kısmını bir müddet hapsedip onlara sıkıntı verir. Bir kısmını serbest bırakır. Bir kısmını da taltif edip mükâfatlandırır. Allah Teâlâ da ahiret ülkesinin sultanıdır. Orada artık dünyada sultan geçinenler yoktur. Mahşer kurulduğu zaman, Allah Teâlâ toplanmış insanlar kalabalığına, "Bugün sultanlık kimindir?" diye sorar. Hiç kimse korkudan cevap veremeyince, yine kendisi, "O, bir olan ve hepinizi dize getiren Allah'ındır." diye cevap verir. (Gafir, 16) Bu güçlü ve yüce sultan, âdil ve hakîm olduğu için, o gün ne zulmeder, ne de anlamsız ve yanlış bir iş yapar. Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesiyle, "Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf, 49), "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Al-i İmrân, 182; Enfâl, 51; Hac, 10; Fussilet, 49; Kaf, 29), "Allah insanlara hiçbir surette zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine zulmederler." (Yûnus, 44), "Allah zerre miktarı zulmetmez." (Nisa, 40) Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisi de "Hakîm" ismidir. Bu isim de Kur’ân-ı Kerim'de her münasebetle tekrarlanmıştır. Bu âdil sultan, ahiret ülkesinde insanlara dünyada O'na karşı gösterdikleri tutuma göre farklı muamele eder. Bu farklı muamele yüzünden ebediyyen helâk olanlar Allah ve Rasûlü’ne iman etmeyen inkarcılardır. İnkârcılar, dünyada iken Allah Teâlâ'dan lütuf ve merhamet beklemezler. Bu sebeple, O da bunları lütuf ve merhametinden mahrum eder ve onları lütuf ve merhametin bulunmadığı cehenneme atar. Bunlar, Allah Teâlâ’nın zâtını görmek nimetinden de mahrum edilirler. Bunu bildiren âyetlerden birisi şöyledir: "Hayır! Onlar o gün Rablerini görmekten menedilirler." (Mutaffifîn, 15) Allah Teâlâ’nın zâtını görmek ise cennetten daha büyük bir saadet ve mutluluktur. Bu yüzden arifler, "Biz cenneti kaybetmekten değil, Rabbimizi görme saadetini kaybetmekten korkarız." demişlerdir. Abidler cenneti kazanmak için, arifler ise Allah Teâlâ’nın zâtını görmek için O'na ibadet ederler. Her iki taifenin de ibadeti makbuldür, ancak ariflerin ibadeti çok daha üstündür. Şakiler ise, ne cennete gitmek, ne de Allah Teâlâ'yı görmek için ibadet ederler. Onlar insan suretindeki hayvanlardır. Bu yüzden, diğer hayvanlar gibi, onlar da gözleri önünde hazır olan dünyanın ötesinde ne bir şey bilirler, ne de bir şeye inanırlar. Ahirette bir müddet azap çekenler, prensip olarak iman eden ve fakat imanın gereğini yerine getirmeyen müminlerdir. İmanın gereği ise, Allah Teâlâ'ya kulluk ve itâat etmektir. Bunu bildiren âyetlerden birisi şöyledir: "İnsanlara, hâlis bir şekilde Allah'a itâat ve kulluk etmeleri emredilmiştir." (Beyyine, 5) Azabın şiddeti ve müddeti ise iki şeye göre değişir. Bunlardan birincisi imanın kuvvetli veya zayıf oluşu, ikincisi de nefse uymanın azlığı veya çokluğudur. Nefse uymanın üç şekli vardır: Birincisi, bunun Allah Teâlâ'ya itaatten daha fazla olmasıdır. Bu durumda iman ortadan kalkar. Çünkü nefse bu şekilde uymak onu ilâhlaştırmaktır. Onun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Nefislerini ilâhlaştıran şu insanları görmüyor musun?" (Furkan, 43; Kasas, 50; Câsiye, 23), "Onlar nefislerine uyarlar." (Muhammed, 14) Nefse uymanın ikinci şekli, ona Allah'a itâat derecesinde uymaktır. Bu durum şirk oluşturur. Çünkü nefis itâat edilmek hususunda Allah Teâlâ'ya eşit tutulmuştur. Üçüncüsü ise, nefse uymanın Allah Teâlâ'ya itaatin altında kalması ve ondan daha az ve seyrek olmasıdır. Bu durumda, günahlar affedilmese de, kişinin azabı birinci ve ikinci şekillerdeki azabından daha az şiddetli ve daha az müddetlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hepiniz (bütün günahkârlar) cehenneme varacaksınız. Sonra biz küfür ve şirkten sakınanları oradan çıkarırız. Küfür ve şirkle kendilerine kötülük edenleri ise orada diz üstünde bırakırız." (Meryem. Not: Bazı müfessirlere göre, bu âyet sırat köprüsü üzerindeki geçişi anlatmaktadır.) Küfür ve şirkin azabı ebedidir; günahların azabı ise, günahın mahiyetine ve çeşidine göre bir lahza ile yedi bin sene arasında değişir. Azabın şiddeti de süresiyle doğru orantılıdır. Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur: "Bugün herkese yaptığının karşılığı verilecektir. Bugün zulüm ve haksızlık yoktur. Allah, hesapları çabuk görendir." (Mü’min, 17) O gün, iki şeyle günahların azabı hafifletilir, azaltılır veya tümüyle ortadan kaldırılır. Bunlardan birincisi Allah Teâlâ’nın af ve merhametidir. Çünkü Allah Teâlâ, bazı kullarını kendi merhametiyle affeder. Onun bu affı da iki şekilde gerçekleştirilir. Bunlar, doğrudan doğruya bağışlamak veya peygamberimize ve diğer sâlih kullara şefaat ettirmektir. İkinci şey ise, kişinin iman ve sâlih amelleridir. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah zerre kadar zulmetmez. Kulun bir iyiliği olursa onu kat kat arttırır, kendi katından da büyük bir sevap verir." (Nisa, 40), "Kim bir iyilik getirirse, ona bunun on misli vardır. Kim bir kötülük getirirse, ancak bunun bir misliyle cezalandırılır." (En'âm, 160), "Allah yolunda infakta bulunan kimselerin ameli tıpkı toprağa ekilen buğday tanesi gibidir. Bu tane yedi başak çıkarır; her başakta da yüz tane vardır. Allah dilediği kimselerin amelini daha da arttırır. Allah zengin ve alimdir." (Bakara, 261) İnsanları en çok cehenneme götüren günah küfür ve şirktir. İkincisi ise kul hakkıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Bazı kimseler, mahşer meydanına dağlar gibi sevaplarla gelirler. Eğer bu sevaplar ellerinde kalsa cennete giderler. Fakat bunlar kul hakkı yemişler ve insanlara değişik şekillerde haksızlık ve zulmetmişlerdir. Bu sebeple, onların sevapları hak sahiplerine verilir ve eğer sevapları yetmezse, hak sahiplerinin günahları onların üzerine atılır ve onlar bundan sonra cehenneme giderler." Hak sahipleri de, kendilerine verilen sevaplar veya üzerlerinden alınan günahlarla durumlarını düzeltir ve cennete giderler. Bundan dolayı, ahireti düşünen basireti açık kimseler zulüm ve haksızlığa uğradıkları zaman, üzülmekten çok sevinirler. Çünkü, sabretmeleri durumunda zulme uğramanın onlara kazandırdığı sevap kesindir. Halbuki, diğer amellerinden sevap kazanıp kazanmayacakları kesin değildir. Çünkü kişisel amellerin sevaplarını bozan çok âfetler vardır. Ahirette kurtulanlar iki kısımdırlar. Bir kısmı sevap ve günahları denk gelen müminlerdir. Bir kısmı da ne sevabı, ne de günahı bulunmayan fetret ehlidirler. Fetret ehli, İslâm dinini duymamış ve onun hakkında bilgi sahibi olamamış kâfirlerdir. Bunlara kâfir demek mecazî anlamdadır. Çünkü hakikî kâfir, İslâm dinini kabul etmeyen ve onu reddeden kimsedir. İslâm’ı kabul etmemek ve reddetmek ise, onun hakkında bilgi sahibi olduktan sonraki olumsuz tepkidir. Bu sebeple, İslâm’la mükellef olmak için, önce onun varlığından haberdar edilmek (veya her hangi bir şekilde haberdar olmak) lâzımdır. Hâl bu olunca, İslâm’ın hak din olduğu kendilerine ulaştırılmamış ve bu konuda bilgi edinememiş kimseler, mükellef değildirler. Mükellef olmayınca da ne sevapları, ne de günahları olmaz. Çünkü sevap Allah Teâlâ’nın emirlerine bilerek uymaktan, günah da bilerek ve isteyerek bunlara uymamaktan ileri gelir. Bu kimseler sadece akıl, fıtrat ve vicdanın anlayıp kabul ettiği insan haklarından dolayı sorumludurlar. Bu türlü sorumluluk bir ölçüde hayvanlar için de vardır. Bu sebeble, kıyâmet gününde hayvanlar da diriltilir ve karşılıklı hakları birbirinden tahsil edilir. Ondan sonra da bunlar tekrar yok edilirler. Allah Teâlâ, birbirinin haklarına saygı duymanın gerekliliğini belli ölçüler içinde bütün canlıların fıtratına (yaratılışına) yerleştirmiştir. Bu sebeple, dinli veya dinsiz bütün insanlar ve bütün hayvanlar bu gerekliliği duyarlar. Allah Teâlâ’nın haklarına karşı sorumlu olmayan ehl-i fetret'e (fetret ehline) deliler ve kâfirlerin çocukları da dahildirler. Çünkü deliler hiç anlamazlar. Çocuklar ise, bir parça anlasalar da, akıl ve iradeleri sorumlu tutulmalarına yetecek kadar gelişmemiştir. Sevap ve günahları denk olan insanlarla ne sevabı, ne de günahı bulunmayan insanlar bir müddet A'râf denilen yerde barındırılırlar. Bu yer cennet ile cehennem arasında bulunan bir tepedir. Bu insanlar bu tepe üzerinde cennet ehline bakıp haşret çekerler, cehennem ehline de bakıp korku duyarlar. Kur’an-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılmıştır: "Cennet ile cehennem arasında bir tepe vardır. Bu tepenin üzerinde de insanlar vardır. Bunlar her iki taraftan (sağ taraftaki cennet ile sol taraftaki cehennemden) bazı kimseleri tanırlar. Cennette olanlara seslenip selâm verirler. Kendileri cennette değildirler ve orada olmayı şiddetle isterler. Yüzleri cehennemdekilere çevrildiği zaman da, 'Rabbimiz! Bizi kendi kendilerine zulmetmiş olan bu insanların içine atma.’ diye duâ ederler." (A'râf, 46, 47) Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "A'râf ehli o kimselerdir ki, yaptıkları iyilikler cehenneme gitmelerine, işledikleri günahlar da cennete girmelerine mâni olur." A'râf ehlinin akıbeti hakkında da farklı görüşler vardır. Ayetlerin işaretlerinden anlaşıldığına göre, bunlar bir müddet sonra cennete gönderilirler. Fakat bazı âlimler, fetret ehlinin daha sonra yok edildiklerini söylemişlerdir. (İmam Rabbani de böyle söyleyenlerdendir.) Yok olmak, cennet nimetlerinden mahrum kalmaya nisbetle kötüdür. Fakat cehennemde yanmaya nisbetle nimettir. Nitekim, cehenneme gideceklerini anlayanlar, "Keşke toprak olsaydım!" (Nebe', 40) temennisinde bulunurlar. Bunlar cehenneme düşmektense, toprak olup ayaklar altında çiğnenmeyi tercih ederler. Ahirette kazananlar ise doğruca cennete gidenlerdir. Kur'ân-ı Kerim bunları mukarrebîn ve ashâb-ı yemin diye iki kısma ayırmıştır. "Mukarrebîn", Allah Teâlâ'ya en yakın olanlar, "ashâb-ı yemin" ise mahşerin sağ tarafında olan cennetin ehli demektir. Bunlarla ilgili âyetler şöyledir: "Ashâb-ı yemin ne mutludurlar! Hayırda önde olanlar ise mukarrabîn'dirler. Bunlar nimet cennetlerindedirler." (Vakıa, 8-12), "Ölen bir kimse mukarrabîn'den ise, onun yeri rahatlıklar, güzel kokular ve nimetler cennetidir. O ashâb-ı yeminden ise, onun için de, endişe edilecek bir durum yoktur." (Vakıa, 88-91) Küçük Günahları Büyüten Faktörler Bil ki, küçük günahlar, bazı sebeplerle büyük günah hâline gelirler. Bu sebepler şunlardır: 1- Küçük günahları işlemekte ısrar etmek. Israr etmek, pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar etmeden aynı günahı bir daha işlemektir. Bu durumda, küçük günah büyük günah hâline gelir. Bunu anlatmak için, "ısrar etmek hâlinde küçük günah yoktur." denilmiştir. Çünkü küçük şeyler üst üste geldikleri zaman büyürler. Hatta mükerrer bir şekilde işlenen küçük günahların kalbi karartmak ve bozmaktaki etkisi, bir kere işlenen büyük bir günahın etkisinden de fazladır. Bunu su misâlinde de görebiliriz. Çünkü birkaç kova su bir anda bir taşın üzerine boşaltılsa taşı etkilemez. Fakat bu su damlalar hâlinde aksa taşı oyar. Bu özellik iyi ameller için de geçerlidir. Bu sebeple, arka arkaya ve devamlı bir surette yapılan küçük ameller, bir kereye mahsus olarak yapılan büyük bir amelden daha çok kalbi nurlandırır ve kişiye ibadet haz ve lezzeti verir. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "En hayırlı amel, az da olsa devamlı olanıdır. Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği amel, az da olsa devamlı olan ameldir. " (Müttefekun aleyh) 2- Küçük günahı önemsiz görmek. Küçük günahı da Allah Teâlâ yasaklamıştır. Bu sebeple, günahın küçüklüğüne değil, onu yasaklayan Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne bakmak lâzımdır. Günahı önemsiz görmek ise, Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü görmemek ve önemsememektir. Bu yaklaşımla, en küçük günah bile en büyük günahtan daha büyük hâle gelir. Hatta bu yaklaşım, bir anlamda küfürdür. Çünkü küfür Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü tanımamak ve önemsememektir. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Mümin kimse, işlediği küçük bir günahı başının üstünde sallanan ve üzerine düşmek durumunda olan bir dağ gibi görür. Münafık kimse ise, işlediği büyük bir günahı bile burnuna konan ve elinin işaretiyle kaçıp giden bir sinek gibi (hafif, basit ve önemsiz) hisseder." (Buharî) Bir zat şöyle demiştir: "Bağışlanmayan günah o günahtır ki, sahibi onu basit görür ve, 'Keşke bütün günahlarım bunun gibi olsaydı!’ der." Bir zat da şöyle demiştir: "Hediyeyi kendi kıymetiyle değil, onu verenin kıymetiyle değerlendir. Günahı da onun büyüklüğüyle değil, onu yasaklayanın büyüklüğüyle ölç." Bu mülâhaza ile bazı arifler şöyle demişlerdir: "Küçük günah yoktur. Allah Teâlâ'ya karşı her türlü muhalefet büyük günahtır." Sahâbi Huzeyfe'nin şu sözü de bu anlamı teyid eder: "Siz bazı günahları kıl gibi ince görüyorsunuz. Halbuki biz, Allah Rasûlü (sa) döneminde bunları helâk ediciler olarak görürdük." Bu farkın sebebi şudur: Allah Rasûlü dönemindeki müminlerin (sahâbilerin), Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, marifet ve imanları daha sonrakilere göre çok daha kuvvetliydi. Bu yüzden, onların Allah Teâlâ'ya saygıları ve tazimleri de daha büyüktü. Bu sebeple, küçük günahlar da onların gözlerinde büyük görünürdü. Kul, günahı gözünde küçülttükçe, o günah Allah Teâlâ yanında büyür; kendisi onu gözünde büyüttükçe de o Allah Teâlâ yanında küçülür. Çünkü günahı gözünde küçültmek Allah Teâlâ'ya saygısızlık günahını da kazandırır. Onu gözünde büyütmek ise, Allah Teâlâ'ya saygı duyma sevabını kazandırır. Böylece, saygısızlık günahı büyütürken, saygı günahı küçültür. Günahın kalb üzerindeki etkisi de günahı görme şekline göre değişir. Bu sebeple, korkmadan ve aldırmadan bir günah işlemek, kalbi günahın kendi tahrip gücünden daha fazla tahrip eder. Korkarak ve günahı büyüterek onu işlemek ise, günahın kalb üzerindeki tahrip etkisini azaltır ve hatta bazen günaha duyulan tepki, büyük sıçrama ve uyanmalara bile vesile olur. 3- Günah işlemiş olmaktan dolayı sevinmek ve bunu kendisi için hüner ve başarı saymak. Bu yaklaşım, Allah Teâlâ’nın gayretine dokunur, kalbi fena hâlde bozar ve onu simsiyah bir şekilde karartır. Câhil ve gâfil kimseler işledikleri günahlardan dolayı ağlamak yerine sevinir ve utanmak yerine gurur duyarlar. Halbuki günahlar utanılması gereken mağlubiyet ve zaaftır ve hem dünya, hem de ahiret için büyük kayıp ve zarardır. Günahlar, işleyeni Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştıran etkenlerdir. Allah’ın rahmeti ise her türlü mutluluğun, rahatlığın ve varlığın kaynağı ve menbaıdır. Günahlar bu mübarek kaynak ve menbaı kurutur. 4- Allah Teâlâ’nın, işlenmiş bir günahı hemen cezalandırmamasını, onu affetmiş olması şeklinde yorumlamak. Bu yorum yanlıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir cezayı geciktirmesi ondan vazgeçtiği anlamına gelmez. Allah Teâlâ mühlet verir, fakat vazgeçmez. Mühlet vermesi ise başlıca iki sebepten dolayıdır. Birincisi, kula tevbe etme ve dönme fırsatı vermektir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah, günahlardan hemen sonra ceza verseydi, yer üstünde hiçbir insan bırakmazdı. Fakat O, belli bir süreye kadar mühlet verir." (Fâtır, 45), "Zâlimlerin yaptıklarından Allah’ın habersiz (ve duyarsız) olduğunu zannetme! O bunlara sadece ceza gününe kadar mühlet verir." (İbrahim, 44) İkinci sebep ise, tevbeye yanaşmayanların daha çok günah işleyip daha büyük cezalara müstahak olmalarını sağlamaktır. Allah Teâlâ âdil olduğu için, kızdığı insanlara bile ancak işledikleri günahlar kadar ceza verir. Onun için, onları hemen cezalandırması hâlinde, bu ceza az olabilir. Bu sebeple, onların daha büyük cezaları hak etmeleri için onlara mühlet ve hatta daha çok fırsat verir. Bir âyette bir kavimden bahsedilirken şöyle buyurulmuştur: "Onlar kendilerine yapılan uyarılara aldırmayınca, üzerlerine her türlü nimetin kapılarını açtık. Kendileri bununla sevinip oyalanınca da, onları aniden yakaladık. Bunun üzerine onlar birden bütün ümitlerini kaybettiler." (En'âm, 44) Kâfirler, küfür ve günahlarından dolayı hemen ceza görmemeyi Allah’ın bulunmadığına delil sayarlar. Kur’ân’ın ifadesiyle, "Kendi içlerinde, 'Allah varsa, inkârlarımızdan dolayı niçin bizi cezalandırmıyor?’ diyorlar. Ceza olarak cehennem onlara yeterlidir. Onda yanacaklardır. O ne kötü yerdir!" (Mücâdele, Gâfil müminler, hemen ceza görmemeyi affedilmiş olmaya hamlederler. Bid'atçı ve sapık görüş sahipleri ise, bunu fikir ve görüşlerinin doğru olmasıyla izah ederler. Fakat bütün bunlardaki gecikmeler, geçen sebeplerden dolayıdır. 5- Gizlice işlenen bir günahı daha sonra söyleyip açıklamak. Günahı açıklamak ikinci bir günahtır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Herkes affedilebilir, ancak günahlarını açıklayanlar affedilmezler. Bunlar o kimselerdir ki, bir günahı gizlice işlerler, Allah Teâlâ da onları setreder (ele vermez). Fakat kendileri daha sonra Allah Teâlâ’nın setrini yırtarak günahlarını ifşa ederler." (Müttefekun aleyh) Bu kimselerin günahlarını ifşa etmekten maksatları, başkalarını da günaha teşvik etmek ise, o zaman günahları daha da artar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İman edenler arasında kötülüğün yayılmasını isteyenler için dünya ve ahirette elemli azap vardır." (Nûr, 19) Şöyle denilmiştir: "Günah işleme. Mutlaka işlemek istersen, o zaman da gizli işle. Bu suretle, ne başkalarını kendi günahlarına şâhid tutmuş, ne de onları günah işlemeye teşvik etmiş olursun." Ve şöyle denilmiştir: "Bir dosta yapılabilecek büyük kötülüklerden birisi de, kendi günahlarını ona söyleyip onu da günah işlemeye özendirmektir." 6- Günah işleyenin örnek alınan bir kimse olması. Bir kimse örnek alınacağını bildiği hâlde bir günah işlerse, onun günahı kendisine uyarak günah işleyenlerin sayısı kadar çoğalır. Nitekim Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Kim bir hayırda örnek olsa, onun sevabı kendisine uyanların sevapları kadar çoğaltılır ve kim bir günahta örnek olsa, onun günahı kendisine uyanların günahları kadar çoğaltılır." (Müslim) Allah Rasûlü’nün hanımları diğer kadınlar için örnek durumunda olmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlara şöyle hitap etmiştir: "Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık (örnek alınabilen) bir günah işlerse, onun azabı ikiye katlanır. Ve sizden kim Allah ve Rasûlü’ne itâat eder ve sâlih amel işlerse, ona da katlı sevap veririz." (Ahzâb, 30) Allah Teâlâ, genel olarak örnek durumunda olanlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Biz onların önceden gönderdikleri hayır ve şerri de, geride bıraktıkları izleri de yazarız." (Yasin, 12) Müfessirlere göre, "Geride bıraktıkları izlerden" maksat, başkaları için oluşturdukları örnek ve açtıkları çığırdır. Bu sebeple, şöyle denilmiştir: "Kendisi öldüğü zaman, günahları da beraberinde ölen kimse nisbeten bahtiyardır." Çünkü bazı kimseler öldükleri hâlde, üzerlerine günah yazılması devam eder. İsrailoğulları döneminde bir âlim, halkı bid'atlara davet edip saptırmış, sonra bundan pişman olup tevbe etmiştir. Allah Teâlâ, o dönemin peygamberine kendisiyle ilgili olarak şunu vahyetmiştir: "O âlime de ki: Eğer eski günahları kendisiyle sınırlı olsaydı onu affederdim. Fakat o bir çok insanı dalâlete düşürmüş ve cehenneme gitmelerine sebep olmuştur." Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Alim kimsenin vay hâline! O yanlış bir şey söylese, sonra bundan dönse de sorumluluktan kurtulamaz. Çünkü yanlış sözü onun ağzından alanlar her tarafa yayarlar." (Örnek insan için üç türlü yaşama biçimi düşünülebilir. Birincisi, günah işlemeyi veya dünyaya rağbet duymayı özendiren düşük yaşama biçimidir. Örnek insan, bu yaşama biçiminden sakınmalı ve uzak durmalıdır. İkincisi, örnek alınması ve taklid edilmesi mümkün olmayan yüksek yaşama biçimidir. Bu yaşama biçimi ideâl olmakla birlikte, örnek durumunda olan bir kimse halka dönük yönüyle bunu yaşamamalıdır. Çünkü o bunu yaşadığı takdirde, kimse ona uyamaz ve bu suretle örmek olmak durumundan çıkar. Üçüncüsü ise, örnek alınabilecek seviyede olan iyi yaşama biçimidir. Örnek kimseler, halka dönük yönleriyle bu hayatı yaşamalıdırlar. Onun için, Allah Rasûlü (sa) da halk içinde bu hayatı yaşamıştır. Onun bu yaşama tarzı taklid edilebildiği için, ashâb da ona uymuş ve onun gibi yaşamışlardır. Bu yaşama tarzı her insanın yaşayabileceği bir seviyededir. Allah Rasûlü (sa) bu hayatı insanların örnek alması için yaşamıştır. Bu sebeple, bu hayatta peygamberliğin yüce hâlleri öne çıkmamıştır. Burada Allah Rasûlü (sa), bir insan olarak görülür. Fakat onun bir de özel bir yaşaması vardır. Onun bu yaşaması peygamberlik ölçülerine göredir ve örnek alınması mümkün olmayacak derecede yüksek ve incedir. Bu fevkalâde yaşamayı ancak kendisi yaşayabilmiştir. "Hasâis" denilen özelliklerden oluşan bu ağır yaşama biçimi onun şahsına mahsus ve münhasırdır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'de, "Allah Rasûlü sizin için güzel örnektir." yerine, "Allah Resûlü’nde sizin için güzel örnek vardır." (Ahzâb, 21) denilmiştir.) Bu iki ifade birbirinden farklıdırlar. Çünkü birinci ifadede, bütünüyle örnek olmak, ikincisinde ise, bazı yönleriyle örnek olmak anlamı vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, tevbe etmenin aslı, azim ve kararlılık doğuracak derecede şiddetli olan bir pişmanlık duymaktır. Bu pişmanlığı duymak, günahların, özellikle ahirette insanın aradığı ve umduğu mutluluktan kendisini menettiğine inanmaktan ileri gelir. Böylece, tevbede üç unsur bir araya gelmiş olur. Bunlar; inanmak, pişmanlık duymak, azm ve kast etmektir. İnanmak tevbe etmenin sebebi, pişmanlık duymak onun kendisi, azm ve kast da onun sonuç ve meyvesidir. Tevbe bu üç unsurla tamam olur. İnanmanın tevbeyi doğurabilmesi için bir ölçüde kuvvetli olması lâzımdır. O bu ölçüde kuvvetli olmadığı takdirde, tevbe ve pişmanlık meydana gelmez. Pişmanlık, insanın sevdiği ve umduğu bir şeyi kendi hatalı hareketiyle kaçırmaktan dolayı acı duymasıdır. Acı duymanın alâmeti ise, uzun bir zaman hasret çekmek, hüzün duymak, çok düşünmek ve ağlamaktır. Günah işleyen bir kimse, günahın kötü sonuçlarını bilirse bu şekilde acı duyar. O nasıl acı duymasın ki, kendi hatası ve günahıyla en aziz varlığı olan canını azapların en büyüğü olan ateşte yanmaya müstahak hâle getirmiştir. Onun ateşte yanacak olması bir kötü ihtimalden de ibaret değildir, bir kesin hükümdür. Çünkü suç işlenmiştir; suçun takipçisi, her şeye gücü yeten âlemlerin padişahıdır; suçun bu cezayı gerektirdiğini haber veren de O'nun açık kelâmı ve sâdık elçisidir. Pişmanlığın alâmeti olan kalbin rikkat, hüzün ve elem duyması ne kadar şiddetli olursa, tevbenin kabul edilmesi ihtimali de o nisbette fazla olur. Çünkü, affın şartı olan günaha bir daha dönmeme azim ve kararı (kararlılığı), hüzün ve elemin şiddetiyle kuvvet ve güç bulur. Günah işlemiş olmaktan dolayı hüzün ve elem duyan bir kimse, günahı sevmez ve onu tatlı ve lezzetli bulmaz. Günah kendisi için bütün çekiciliğini kaybeder. Allah Teâlâ bir peygamberine şunu vahyetmiştir: "Bir kişi işlediği günahı tatlı bulduğu sürece, ben onun tevbesini kabul etmem." Eğer denilse ki, günahlar mizaca uygun şeylerdir. Hâl bu iken, onlardan lezzet değil, elem duymak nasıl mümkün olur? Ben (İmama Gazali) de cevaben derim ki, günahlar zehirli bal gibidirler. Bir kimse, bir balda öldürücü zehir bulunduğuna inansa, o bala karşı iştihası (iştahı) kesilir ve ondan nefret edip iğrenir. Hatta bir anlık zaaf ve gaflet sebebiyle ondan biraz yese, hemen korku ve paniğe kapılır ve doktora koşup ilaç kullanır. O bu telâş ve pişmanlığı duyarken, balın tatlı ve lezzetli olduğunu aklına bile getirmez. Böyle bir balı yiyip işkenceli bir şekilde ölmektense, sirke yemeyi ve hatta aç kalmayı bin kere tercih eder. Günahlara karşı müminin duyarlılığı da bunun gibidir. Çünkü inanmış bir kimseye göre, günahlar da zehir gibi öldürücüdürler. Günahları lezzetli ve çekici bulmak ve onlara iştiha duymak, onların zehirli olduklarına inanmamaktan ileri gelir. Ancak buradaki inanmamak her zaman küfür ve inkâr anlamında değildir. O bazen de Allah Teâlâ'nın affını düşünmekten ileri gelir. Bu sebeple, Allah Teâlâ iman sahiplerine şu uyarıyı yapmıştır: "Aldatıcı olan şeytan, sizi Allah’ın affıyla aldatmasın." (Lokman, 33) Pişmanlığın doğurduğu azim ve kararlılık ise, günahı bir daha işlememe kararı ve işlenmiş olanı sâlih amellerle telâfi etme istek ve iradesidir. En uygun telâfi etme şekli ise, işlenmiş olan günahın zıddı olan bir amel yapmaktır. Meselâ haram türünden bir müzik dinlenmişse, bunun günahını telâfi etmek için en uygun amel Kur'ân dinlemek, va'z ve nasihat meclislerine devam etmektir. Cünüp iken mescitte oturulmuşsa, buna karşı en uygun amel, yıkandıktan sonra mescitte itikâf ve ibadet etmektir. İçki içilmişse, temiz şerbetler sadaka edilmelidir. Bir insana eziyet edilmişse ona iyilik yapılmalı, bir kimsenin gıybeti yapılmışsa, onun iyi tarafları anlatılmalı ve kendisi bunlarla övülmeli; gasp ve hırsızlık yapılmışsa alınan şey sahibine geri verilmeli ve kalbi onarılmalıdır. Çünkü prensip olarak hastalık, onun zıddı olan ilaçla tedavi edilir. Karanlık da, onun zıddı olan ışıkla ortadan kaldırılır. Hz. Ömer (ra), henüz mümin değilken, iman etmelerine kızdığı bazı müminleri döverdi. O da iman edince, kendi kendisine, "İşlediğim günahların kefareti, iman etmeme kızan müşriklere kendimi dövdürmektir." dedi ve Kabe'ye gidip müslüman olduğunu söyledi. Hoşlanmadıkları bu haberi duyan müşrikler, birlikte üzerine geldiler ve kendisini hamur hâline getirene kadar dövdüler. Fakat kendisi bundan memnun olmuştu. Çünkü, Allah'a iman edenleri dövmesine karşılık, kendisi de Allah'a iman ettiği için dövülmüştü. Vahşî, henüz kâfirken en gözde ve önde müminlerden olan Hz. Hamza’yı şehit etmişti. Müslüman olunca, bu büyük günahına kefaret olabilecek aynı cinsten bir büyük amel işlemeyi düşündü. Onun için Yemâme harbi patlak verince, mürtedlerin başı olan Museylime el-Kezzâb'ı öldürmeye karar verdi ve savaş meydanına çıkıp Hz. Hamza'yı şehid ettiği aynı yöntemle bu büyük kâfiri de öldürdü. Bu işi başarınca rahat bir nefes aldı ve ilk günahının affedilebileceğini ümit etmeye başladı. İşlenmiş bir günahtan dolayı hüzün duymak kaçınılmazdır. Bu hüzün ya pişmanlık ve tevbe hüznüdür. Bu hüzün bir ilaç gibidir; o hem günahın affına vesile olur, hem de kalb ve iradeyi yeniden günah işleme ihtimaline karşı kuvvetlendirir. Ya da o hüzün Allah Teâlâ tarafından verilen bir cezadır. Pişmanlık hüznünü duymayan bir kimseye ceza olarak bu hüzün verilir. Bu hüzün ceza olmanın acılığını ve yıpratıcılığını taşır. Allah Teâlâ, günahları ve meşru olmayan sevgileri gam ve kederlerle cezalandırır. Allah Rasûlü (sa) şunları söylemiştir: "Bazı günahlar vardır ki, onlara yalnızca kederler kefaret olur." (Taylesanî, Ebu Nuaym), "Kulun günahları çok olur ve onları karşılayabilen amelleri bulunmazsa, Allah Teâlâ kendisine gam ve keder verir ve bunlarla onun günahlarını affeder." (Ahmed) Bu kederlerle günahların affedilmesi de bir nimettir. Ancak, her nimet gibi, bu nimetten de yararlanabilmenin şartları vardır. Bu şartlardan birincisi, bu kederleri hak ettiğini kabul etmek ve onlara karşı sabır, rıza ve teslimiyet göstermektir. Bazı âlimler demişler ki, efdal olan, geçmiş günahlarını hep gözünün önünde tutmak, onları hep hatırlayıp üzüntü duymak ve istiğfar etmektir. Diğer bazıları şunu söylemişlerdir: Efdal olan, bir kere pişman olup tevbe ve istiğfar ettikten sonra artık eski günahı akıldan çıkarmak ve unutmaktır. Çünkü, günahı çokça hatırlamak, ona karşı yeni bir arzunun yeşermesine de sebep olabilir. Üçüncü bir taife ise, avam, yani sıradan kimseler için birinci şık; havass, yani belli bir seviyeye çıkmış kimseler için de ikinci şık efdaldir, demişlerdir. Bunlara göre, avamdan olan bir kimse eski günahlarını unutursa ya kendisini günahsız ve kusursuz zannedip kibir ve gurura kapılır, ya da yeniden günah işlemeye heves duyar. Havâssdan olan bir kimse ise, bu tehlikelerden mahfuzdur. Çünkü o, kibir ve gurura kapılmayacak kadar kendi nefsini tanımış ve artık günahlara rağbet duymayacak derecede de olgunlaşmıştır. Bazı âlimler; efdal olan, günahlara arzu duyup nefis mücadelesiyle o arzuyu bastırmaktır, demişlerdir. Bunun efdal olmasının sebebi, nefse karşı mücadele vermek ve bu mücadelenin sıkıntısını yaşamaktır. İbadetin en efdali de sahibine en çok sıkıntı verenidir. Diğer bazıları ise, efdal olan, günah işleme arzusunu kaybetmektir, demişlerdir. Çünkü bu arzuyu kaybetmek de mücâdele gerektirir. Ancak o, böyle bir mücâdelenin sonuç vermesinin ürünüdür. Sonuç veren bir mücadele de sonuç vermeyen ve hep tekrarlanması gereken bir mücadeleden daha efdaldir. Buna eklenecek bir husus da şudur: Kişi günah işleme arzusunu kaybederse, daha çok iyilikler yapabilir. (Âlimler doktor, bizler ise hasta gibiyiz. Onlar, kendi teşhislerine göre değişik ilâçlar tavsiye ederler. Fakat biz bu ilaçlardan bünyemize uyup hastalığımıza iyi geleni kullanmak zorundayız. Çünkü hiç bir hasta, "Doktor vermiş." diyerek zararını gördüğü bir ilacı kullanmaz. Bu sebeple, Allah Rasûlü (sa), "Müftüler sana şöyle veya böyle bir fetva verseler bile, sen o fetvanın senin özel hâline uyup uymadığına bak." buyurmuştur.) (Hadis şarihleri, yukarıdaki hadiste sözü edilen fetvanın mutlak fetva olmadığını, bundan lehteki fetva kasdedildiğini söylemişlerdir. Nitekim, Allah Rasûlü (sa) bu hadisi şerh mahiyetinde olan diğer bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Ben de bir insanım. Davalarınızı bana getirirsiniz, ben sizin sözlerinize ve delillerinize göre hüküm veririm. Fakat, ben sözüne bakarak birisini haklı çıkarırsam, o kendisini bununla haklı görmesin. Eğer ona haksız bir mal düşürür-sem; o mal onun için ateşten bir parçadır.") Bil ki, tevbe edenler, yaptıkları tevbede durup durmamak açısından dört sınıftırlar. Birinci sınıf, yapmış oldukları tevbe üzerinde, ömürlerinin sonuna kadar durup sebat edenlerdir. Bu sınıftaki kimseler, tevbe ettikten sonra sâlih amel işlemeye yönelirler. Bunlar, peygamber olmayan insanların uzak kalamadıkları ufak tefek kaymaların dışında artık günah işlemezler. Bunlar, hayırlarda önde giden ve kötülüklerini iyiliklere çeviren kimselerdir. Bunların hâli istikamet, tevbesi sahih, nefisleri mutmainnedir. Mutmainne nefis, Allah Teâlâ'ya tam teslim olmuş, O'na kul olmaya razı olmuş, O'nun tarafından da razı edilmiş nefis demektir. Allah Teâlâ, mutmainne olan nefse şöyle hitap etmiştir: "Ey mutmainne nefis! Razı olmuş ve razı edilmiş bir hâlde Rabbine dön; kullarımın arasına gir ve cennetime dahil ol." (Fecr, 30) (Bu hitap ya ölüm anında, ya da insanlar cennet ehli ve cehennem ehli şeklinde tasnif edilirken yapılır. Buradaki nefisten maksat birinci tefsire göre, cesetten ayrılan ruhtur. İkinci tefsire göre ise bu ruhun sahibi olan insandır. Mutmainne kelimesinin mânasına gelince, onun mânası oldukça kapsamlıdır. Onun için tefsirciler bu kelimeyi din ve iman konusunda şüpheden kurtulan, Allah Teâlâ'ya kayıtsız şartsız teslim olan, imandaki huzuru yakalayan, korku ve endişeden azade olan, Allah Teâlâ'ya tevekkül eden, saadet bulan, mutlu ve bahtiyar olan gibi mânalarla tefsir etmişlerdir.) Bunlardan bir kısmı kazandıkları marifet sayesinde dünya şehvet ve rağbetini kalplerinden silmişlerdir; diğer bir kısmı ise, his planında bunlara (şehvet ve rağbete) açıktırlar, ancak onları kalplerinde barındırmamak için devamlı ve tavizsiz bir mücâdele sürdürürler. İkinci sınıf ise, farz ibadetleri yapmak ve büyük günahları terk etmek konusunda sebat eden ve istikameti koruyan, ancak aramadıkları ve istemedikleri hâlde ara sıra bazı günahlara bulaşan ve bir günah işledikçe şiddetle pişmanlık ve elem duyan, kendi kendilerini azarlayan ve bir daha günah işlememek için kesin karar veren, güçlerini mücadele için seferber eden ve kendilerini günaha düşürebilecek sebep ve vasıtalardan uzaklaşmaya çalışan kimselerdir. Bu kimselerin nefsi levvâme'dir. Levvâme nefis, doğru olmayan hâl ve hareketlerinden dolayı sahibine levm ve itap eden nefistir. Bu sınıftaki kimselerin derecesi öncekilerden aşağıdır, fakat yine de yüksek bir derecedir. Çünkü bunlar işledikleri günah kirini hemen tevbe ve pişmanlık sabunuyla yıkarlar ve günahın kalplerine yansıttı karanlığı zikir ve ibadet ışığıyla derhal giderirler. Bunlar, nefislerinin kendilerini azarlaması sebebiyle devamlı surette günahlarının ezikliğini duyarlar ve kendilerini Allah Teâlâ’nın en kötü ve en değersiz kulları olarak görürler. Onun için bu kimselerde kibir ve ucub (kendine veya ameline acep kalma, şımarma) yoktur. Bunlar neşesiz ve matemlidirler. İyilikleri kötülüklerinden fazla, sevap terazileri günah terazilerinden ağırdır. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah, iyilik yapanları iyilikle (cennetle) mükâfatlandırır. Bunlar o kimselerdir ki, büyük günahlardan ve çirkin işlerden sakınırlar. Korunamadıkları sadece ufak tefek kusurlar ve günahlardır. Rabbin geniş mağfiret sahibidir." (Necm, 33), "Cennet muttakîler için hazırlanmıştır. Bunlar bollukta da, darlıkta da infak ederler (hayır için harcama yaparlar), kızgınlıklarını yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik yapanları sever. Bunlar, çirkin bir iş yaptıkları veya günah işleyip kendi nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlar ve günahları için O'ndan af dilerler. Allah'tan başka kim günahları affedebilir? Onlar, bu gerçeği bilirler ve günah işlemekte ısrar etmezler." (Al-i İmrân, 133-135) Üçüncü sınıf, işledikleri bir günahtan sonra pişman olup tevbe eden ve bir daha dönmeme kararı alan, fakat sık sık nefislerine mağlup düşüp tekrar günah işleyenlerdir. Bunların kötü tarafı sık sık günah işlemek, iyi tarafları ise her seferinde samimî olarak pişmanlık duyup tevbe etmek ve bir daha günah işlememek için ciddî bir şekilde karar vermektir. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Diğer bir taife vardır ki, günahlarını itiraf ederler. Bunlar iyi amelle kötü ameli karıştırmışlardır. Allah’ın bunları da affetmesi umulur. Allah affedici ve merhametlidir." (Tevbe, 102) Bu ayette, sözü edilen kimselerin affedileceğine dair kesin bir va'd yoktur, fakat kuvvetli bir ümit vardır. Çünkü Allah Teâlâ tarafından verilen ümit de yarı va'd gibidir. Ancak bu kimselerin derecesi ilk iki sınıftan daha aşağıdadır. Bu kimseler hayır ile şer arasında yalpa vurup zikzaklar çizdikten sonra ya sâlih amellerinin ağır basmasıyla tümden hayra dönerler ya da günahlarının ağır basmasıyla külliyen nefis ve şeytanın eline düşer ve helâk olurlar. Amel ve günahların ağırlıklarında da yanıltıcı bir özellik vardır. Çünkü bazen, küçük ve hafif zannedilen bir amel tonlarca günahdan daha ağır gelir; bazen de bunun tersi olup önemsiz ve hafif görülen bir günah bütün ömrün amellerini havaya kaldırır. Onun için Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Bazen bir kul, küçük görüp önemsemediği bir doğru söz yüzünden cennete gider, bazen de küçük zannedip önemsiz bulduğu bir kötü söz sebebiyle cehenneme düşer." "Bitâka hadisi" nde de, söylediği kelime-i şehâdetin bir kişinin bütün ömrü boyunca işlediği günahların hepsinden ağır geldiği bildirilmiştir. Amel ve günahların eşit veya birbirine yakın oldukları durumlarda da az bir amel veya az bir günah sonucu tayin eder ve kişiye ya cennet kazandırır veya onu cehenneme mahkûm eder. Günah işleme arzusunu duyarken veya bir amele üşenirken, bu hususları ciddî bir şekilde düşünmek, mümin için kılavuz görevini yapar. Bir kimse günah işlemeye meylederken, tevbe edeceğine de güvenmemek lâzımdır. Çünkü, ecel tevbe etme fırsatını bulmadan önce gelebilir. Ayrıca, tevbe etmek Allah Teâlâ’nın tevfik ve inayetiyle gerçekleşir. Bu sebeple, O, bir günahtan dolayı kızıp o kulundan tevfik ve inayetini keserse, kul tevbe etmeye muvaffak olmaz ve hatta bunun için istek bile duymaz. Dördüncü sınıf, tevbe edip bir müddet istikamet üzerinde gittikten sonra tekrar günah işlemeye dönen ve artık pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar da etmeyen kimselerdir. Günah işlemek bu kimselere tatlı geldiği için ondan pişmanlık duymazlar. Bu sebeple, bunlardan kimileri hiç tevbe ve istiğfar etmezler; kimileri de göstermelik kabilinden tevbe ve istiğfar ederler. Kimileri ise bu türlü tevbe ve istiğfarın ciddî olmadığını bildikleri için ileride tevbe edeceklerini ve o zaman tevbelerinin üzerinde duracaklarını söylerler. Bu sınıfın nefsi emmare'dir. Emmâre nefis, hep kötülüğü emreden ve her zaman hayırdan kaçan kötü bir nefistir. Bu nefse sahip olan kimselerin akibetinden korkulur. Bunların Allah Teâlâ’nın kendilerinden bir kere razı olmalarına vesile olan bir amelleri yoksa helâk olmaları ihtimali çok kuvvetlidir. Ancak Allah Teâlâ, bir kulundan bir kere razı olursa, artık onu ebediyyen helâk etmez. Bu böyle olduğu için, bir adam bir sahâbi aleyhinde bir söz söyleyince, Allah Rasûlü (sa) ona şöyle demiştir: "Sen bilir misin, Allah Teâlâ Bedir savaşında kendi dini için canlarını ortaya koyan müminlere bakmış, onların olağanüstü fedakârlığını görmüş ve şöyle demiştir: 'Ey kullarım! Ben sizden razı oldum. Bundan sonra ne günahınız olursa affederim.’ Çekiştirdiğin sahâbi de bunlardandır." Tebuk seferinde binek sıkıntısı vardı. Bunu gören Hz. Osman (ra), bin deve getirip hibe etti. Allah Rasûlü (sa) bundan son derece memnun oldu, Hz. Osman'a duâ etti ve şöyle dedi: "Bundan sonra günah Osman'a zarar vermez." Ancak sahâbiler, en yetkili ağızdan duydukları bu türlü müjde ve güvencelere rağmen, günah işlememiş ve ona iltifat etmemişlerdir. Çünkü onlar derecesinde kuvvetli iman, marifet ve basirete sahip olan kimseler, günahların çirkinlik ve kötülüğünü açık bir şekilde görürler. Bu sebeple de, affedileceklerini bilseler bile, bu çirkin ve kötü işleri yapmazlar. Allah Rasûlü (sa), Suhayb'ı örnek göstererek şöyle buyurmuştur: "Suhayb ne iyi kuldur! O, Allah’ın kendisine kızmayacağını bilse bile günah işlemez." Allah Teâlâ da, ashâbın tamamına hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Allah size imanı sevdirdi ve güzel gösterdi; küfrü, fıskı ve isyanı ise çirkin gösterdi." (Hucurât, 7) Allah Teâlâ’nın bir kulunu affetmesinin bizce bilinmeyen sebepleri de vardır. O, bu sebeplerden dolayı, imandan başka hiçbir iyiliği bulunmayan bir kulunu da affedebilir. Fakat affın bu şekli, güvenceli olmayan piyango vurması gibidir. Ahiret azabından kurtulmak ve ebedî saadeti elde etmek gibi son derecede önemli olan hâdiseleri, günahlardan sakınmak ve sâlih ameller işlemek gibi sağlam bir zemine oturtmak yerine, şans oyununa benzeyen zayıf af ihtimallerine bırakmak, çirkin bir tedbirsizlik ve büyük bir yanlışlıktır. Tâat ve ibadetlerden dolayı affa uğramak ise, yüzde doksan itibarıyla güvenceli ve emniyetlidir. Çünkü Allah Teâlâ, ibadet ve hayırları karşılıksız bırakmaz. Ancak kulun kendisi, yapmış olduğu amelleri bir sebeple (tıpkı riya yapmak, minnet etmek, ibadetin şart ve usulüne uymamak gibi bir yolla) değersiz hâle getirebilir. Bazı kimselerin akıllarına şaşılır. Çünkü bu insanlar, dünyaya ait bir rızk ve kazanç temin etmek için bütün sebeplere başvururlar; hatta bunların meşru olanlarıyla yetinmeyip gayr-i meşru olanlarına da tevessül ederler. Fakat ahiret kurtuluşu ve kazancı için sebeplere (amellere) başvurmayı gerekli görmez ve Allah Teâlâ’nın Rahîm ve Kerîm olduğunu söyleyerek kendilerini boşluğa bırakırlar. Halbuki, Allah Teâlâ sadece ahiret için değil, dünya için de Rahîm ve Kerîm'dir. Eğer bu insanlar, Allah Teâlâ’nın rahmet ve keremine bu şekilde güvenirlerse, o zaman dünya için de çalışmasınlar, acıktıkları zaman yemek yemesinler, hastalandıkları zaman ilaç kullanmasınlar, evleri yandığı zaman onu söndürmeye çalışmasınlar. Çünkü Allah Teâlâ kendi rahmet ve keremiyle onların bu işlerini de doğrudan doğruya görüp onlara ihtiyaç bırakmayabilir. Fakat O'nun bir adeti, huyu ve kanunu vardır. Bu kanun her iki dünya için de geçerlidir. Allah Teâlâ bu kanunu, "İnsan için ancak, kendi çalışmasının karşılığı vardır." (Necm, 39) ayetiyle bildirmiş ve bu kanuna uymayan ümitleri, "İnsan için temenni ettiği şey mi vardır?" (Necm, 24) diye reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ne sizin, ne de diğer kitap ehlinin temenni ve kuruntuları bir hüküm ifade etmez. Gerçek şudur ki, kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır ve bu kimse Allah'a karşı kendisine bir dost ve yardımcı bulamaz. Ve bir erkek veya kadın, mümin olduğu hâlde sâlih amel işlerse o da cennete gider ve bir iplik kadar hakkı yenmez." (Nisa, 123, 124) Dünya için bütün kuvvetiyle çalışıp ahiret için temenni ve kuruntularla yetinmek, dünyayı önemli, ahireti ise önemsiz görmekten ileri gelir. Çünkü insan bir şeyi önemli görürse, onun için yapabileceği her şeyi yapar; önemli görmezse o zaman da onu tesadüf ve rastlantılara bırakır. Dünyayı ahiretten daha önemli görmek ise, yapılabilecek en büyük yanlışlıktır. Allah Teâlâ, bu yanlışlığı yapanlara şöyle hitap etmiştir: "Ahiret yerine dünyaya mı razı oldunuz? Halbuki, dünya hayatının lezzeti ahiret yanında çok az bir şeydir." (Tevbe, 38) Allah Rasûlü (sa) da bu azlığı bir misâl ile canlandırmış ve şöyle buyurmuştur: "Biriniz deniz kenarında dursun ve bir parmağını suya batırıp çıkarsın. Deniz yanında parmağa yapışan su miktarı ne ise, ahiret yanında dünya da odur." Ahiret için çalışmayı şu veya bu sebepten ihmal edenler, ölüm anından itibaren başlayan ve sonu gelmeyen bir pişmanlık azabına yakalanırlar. Bunlar, can çekişirken: "Rabbim! Bana biraz süre ver; umarım bu sürede sâlih amel işleyeceğim." (Mu’minûn, 99) derler. Aynı insanlar kıyâmet gününde, "Rableri karşısında boyunlarını bükerek: 'Rabbimiz! (Görmemiz gereken şeyleri) gördük ve (duymamız gereken şeyleri) duyduk. Bizi dünyaya geri gönder, sâlih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inandık.’ derler. Bunlar cehennemde yanarken de, "Rabbimiz! Şekâvet bize baskın geldi ve biz yoldan çıktık. Bizi buradan çıkar (ve imtihan için dünyaya geri gönder. Artık eskisi gibi olmayacağız.) Eğer eskisi gibi olursak, o zaman hakikaten zalimler oluruz." (Mu’minûn, 107) derler. Tevbe Edenin Yapması Gereken İşler Bil ki, işlediği günahtan pişman olup tevbe eden bir kimsenin, o günaha kefaret olacak bir iyilik yapması, bir sâlih amel işlemesi de vaciptir. Bu sâlih amel kalb, dil ve dış organlarla olur. Kalple olan sâlih amel şu unsurlardan oluşur: -İnkisâr (kırıklık) ve mahcubiyet duymak, -Kendisini suçlu görmek, -Diğer müminlerden aşağı olduğunu düşünmek, -Günah, Allah Teâlâ'nın bir emrine muhalefet şeklinde olmuşsa, O'nun emirlerine tam ve titizlikle uymaya karar vermek, -Kul hakkını ihlâl şeklinde oluşmuşsa, bu kula ve diğerlerine faydalı olmaya ve yarar sağlamaya kendi içinden söz vermek. Dil ile olan sâlih amel, günahını kabul ve itiraf etmek ve çokça istiğfâr etmektir. Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde ve âlimlerin sözlerinde bir çok İstiğfâr formülleri ve ifadeleri vardır. Tevbe edip Allah Teâlâ'dan özür ve af dilerken, kalpten gelen irticalî cümleler de, bu hazır formüller de kullanılabilir. En kısa formüllerden bir tanesi şöyledir: "Rabbim! Kendime zulmettim ve kötü bir iş yaptım. Günahımı (günahlarımı) affet." Dış organlarla yapılan salim amel ise çok çeşitlidir. Bu bir ibadet, sadaka ve fiilî hizmet olabilir. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Abdest alıp mescide gitmek ve orada iki rekât namaz kılmak, günaha kefaret olan sâlih amellerdendir." (Sünen sahipleri), "Kul bir günah işledikten sonra abdest alır, onunla bir miktar namaz kılar ve İstiğfâr ederse (Allah Teâlâ'dan af dilerse) Allah Teâlâ onu affeder." (Ebu Dâvûd), "Bir günah işlediğin takdirde, ona kefaret olacak bir sâlih amel işle. Günahı gizli işlemişsen ameli de (bir rivayette, tevbeyi de) gizli yap. Günahı açık işlemişsen ameli de (veya, tevbeyi de) açıkça yap." (Beyhakî), "Beş vakit namaz, büyük günahlar dışında kalan günahlara kefarettir." (Müttefekun aleyh) Burada şu da hatırlansın ki, küçük günahları devamlı ve ısrarlı bir şekilde işlemek de büyük günahlardandır. Bil ki, tevbe ve istiğfar etmenin fazileti hakkında çok nass'lar (âyet ve hadisler) vardır. Allah Teâlâ, bir âyette azabın defedilmesine vesile olmak açısından istiğfar etmeyi peygamberin bereketi ve şefaati derecesinde tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "Sen (Peygambere hitaptır) onların içinde oldukça Allah onlara azap vermez ve onlar istiğfar ettikçe de Allah onlara azap edici değildir." (Enfâl, 33) Ebu Musa el-Eş'arî (ra), bu âyetten esinlenerek şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın azabına karşı iki güvencemiz vardı. Onlardan birisi kalktı. Bu Allah Rasûlü’nün aramızda olmasıydı. Birisi kaldı. Bu da istiğfar etmektir. İstiğfar da etmediğimiz takdirde artık azaba uğrarız." İstiğfar etmek, yani af ve mağfiret dilemek kalpten gelmeli; beraberinde pişmanlık, hüzün, elem ve günahı terk etme kararlılığı bulunmalıdır. Kalbe ait bu unsurlar bulunmadığı takdirde, istiğfar etmenin dinî bir anlamı olmaz. Bu sebeple şu sözler söylenmiştir: "Günahta ısrar ettiği hâlde istiğfar eden (veya, istiğfar ettiği hâlde günahta ısrar eden) bir kimse, Allah Teâlâ ile alay eder gibidir.", "Sadece dille istiğfar etmek, yalancıların istiğfarıdır.", "İstiğfarımız istiğfara muhtaçtır.", "Ben, 'Estağfirullah.’ dediğim zaman, bunu söylediğimden dolayı da istiğfar ederim." İstiğfar etmek kalpten gelmediği zaman, onu kalbe sokmanın yolu çokça tekrarlamaktır. Çünkü tekrarlanan bir söz veya fiil kalbi de uyandırır. Bu sebeple, istiğfarın yetmiş kere yapılması tavsiye edilmiştir. Sehl et-Tüsterî (ra) şunu söylemiştir: "Kul, her zaman Rabbine duâ etmeye muhtaçtır. Bu sebeple o, bir amel yaptığı zaman 'Rabbim! Bunu benden kabul et.’ diye duâ etmeli, bir günah işlediği zaman da, 'Rabbim! Beni setret; Rabbim! Beni affet; Rabbim! Beni bir daha günah işlemekten koru' demelidir.", "İstiğfar etmek, Allah Teâlâ’nın hakkına karşı kusurlu davranmaktan, O'nun nimet ve iyiliklerini unutmaktan ve O'na karşı gerekli şükrü yapmamaktan dolayı O'ndan özür dilemektir." Sehl, "Tevbe eden, Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kimsedir." hadisi üzerinde konuşurken de şöyle demiştir: "Tevbe eden, ancak âyette geçen sıfatları nefsinde topladığı zaman Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kimse olur. Âyet şöyledir: "Müminleri (Allah’ın sevgisi ve affı ile) müjdele. O müminler ki tevbe ederler, ibadet ederler, hamd ederler, oruç tutarlar, rükû' ve secde ederler (çokça namaz kılanlardır), iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler ve Allah’ın koyduğu sınırları (helâl ve haramları) korurlar." (Tevbe, 112) Maddî ve manevî şartlarına uygun olarak tevbe eden bir kimseyi Allah Teâlâ sevmiştir. Çünkü O sevmediği kimselere ya hiç tevbe etmeyi nasip etmez, ya da onları kabul edilmeyen eksik bir tevbe ile oyalar. Eksik tevbe ise, beraberinde pişmanlık ve günahları terk etme kararlılığı bulunmayan ve yalnızca dille yapılan tevbe şeklidir. Ancak bütün amellerde olduğu gibi, tevbe ve istiğfarda da dereceler vardır. Bu dereceler insanların hâline ve durumuna göredir. Bu sebeple, bir derecedeki amel ve tevbe bazı kimseler için eksik ve kusurlu sayılırken, bazı kimseler için yeterli olurlar. Bu gerçek, "İyiler için sevap olan şeyler daha iyi olanlar için günahlardır." sözüyle ifade edilmiştir. Hâl bu olunca, avamdan birinin (sıradan bir kimsenin) tevbesi ile bir velînin tevbesinde aynı vasıflar ve şartlar aranmaz. Çünkü bunlardan her birinin tevbesi onun imanı, marifeti ve Allah Teâlâ'ya yakınlığı ölçüsündedir. Peygamberlerin iman ve marifetleri çok yüksek derecede olduğu için, Dâvûd (as) yaptığı bir hatadan dolayı, rivayete göre yıllarca ağlamış ve secde ettiği yerde onun göz yaşlarıyla otlar yeşermiştir. Avamdan birinin ise bu şekilde tevbe etmemekle beraber, onun kendisine göre yaptığı tevbenin de yeri ve yararı vardır. Bu bilinmeli ve Şeytanın, "Allah senin yapacağın eksik tevbeyi kabul etmez." tarzındaki vesveselerine aldırılmamalıdır. Çünkü şeytan, insanı iki şekilde Allah Teâlâ'ya kulluk ve itaatten uzaklaştırmaya çalışır. Önce ona, "Tâat ve ibadete ne gerek var? Allah buna muhtaç mıdır?" der. Bu vesveseyi tutturamazsa o zaman da, "İbâdet ve tâatin ölçüleri ağırdır. Sen bu ölçülere göre ne ibadet, ne de tevbe edebilirsin. Onun için, kendini boşuna yorma." der. Halbuki Allah Teâlâ önce: "Allah'a hakkıyla kulluk edin." (Al-i İmrân, 102) buyurarak kulluğun ideâl şeklini göstermiş, daha sonra da: "Allah'a gücünüz nisbetinde kulluk edin." (Teğabun, 16) diyerek kulluk ölçüsünü herkesin seviyesine indirmiştir. Allah Rasûlü (sa) da şunu söylemiştir: "Size bir şey yasakladığım zaman ondan uzak durun. Size bir şey emrettiğim zaman ise, onu gücünüz nisbetinde yerine getirin." Bu gerçek, "Bir işin bütünü yapılamazsa, onun bütünü terk de edilmez." sözüyle de formüle edilmiştir. Gerçek bu olunca, tevbe etmek de diğer ibadet ve hayır işleri gibi, ne ölçüde olursa olsun yararlı ve faydalıdır. Hatta o, sadece dille de olsa sevap ve faydadan hâli değildir. Çünkü bu şekildeki bir tevbe, günaha kefaret olmasa da, dille yapılan bir zikir sevabını kazandırır. (Bunun gibi, değişik münasebetlerde değişik his ve tepkileri ifade etmek için söylenen "Allah Allah!", "Subhânallah!", "Lâ ilâhe illallah!", "Neûzu billâh!", "İnnâ lillâh!", "Mâşâallah!", "İnşâallah!" gibi sözler de birer zikir hükmündedirler. Bu sözleri alay etmek, hafife almak ve eğlenmek için söylemek ise küfürdür. Bazı kimseler de, bir işin önemini anlatmak için, "Bu iş maşallah ile, inşallah ile olacak iş değildir." derler. Bu sözün hükmü ve küfür olup olmadığı, ondan kasdedilen mânaya bağlıdır. Ancak herkes de, bu kimseler de bilmelidirler ki, Allah Teâlâ’nın meşiet ve izni olmadan bu uçsuz bucaksız kâinatta bir zerre ve atom parçası bile yerinden kıpırdayamaz. Allah Teâlâ, iman edilmesi gereken bu hakikati şöyle ifade etmiştir: "Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır ve bunları yalnızca kendisi bilir. O, denizlerde ve karada olan her şeyi bilir. Bir yaprak ancak O'nun ilmi ve izniyle düşer. Yerin karanlıklarındaki tohumlar ve yerin üstünde yaş ve kuru olarak ne varsa O'nun bilgisi dahilindedir." (En'âm, 59), "Ne yerde, ne göklerde bir zerre Rabbinin ilim ve kudreti dışında değildir. Zerreden daha küçük ve daha büyük bütün şeyler de O'nun ilim ve bilgisi dahilindedir." (Yûnus, 61)) Bir adam, Ebu Osman el-Mağribî'ye, "Bazı zamanlar kalbim uyanık değilken, dilimle zikir yapar veya Kur'ân okurum. Bunun bir yararı var mıdır?" diye sordu. Ebu Osman şu karşılığı verdi: "Kalbini de uyandırıp zikir ve okumaya ortak etsen elbette ki daha iyidir. Ancak buna muvaffak olamadığın zaman, sadece dille yaptığın zikir ve okumak da makbuldür. Onun için, Allah Teâlâ'ya şükret ki, kalbin uyanık olmadığı ve istek duymadığın zaman da, kendisi seni zikir ve okumakla meşgul ediyor." Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim zerre kadar hayır yapsa, onun karşılığını görür ve kim zerre kadar kötülük yapsa onun da karşılığını görür." (Zelzele, 7) Allah Teâlâ’nın hayır ve şerrin zerrelerini de değerlendirmesi O'nun emsalsiz olan rahmet ve adaletinin özellik ve güzelliklerindendir. Şeriatın koyduğu ölçülere göre bir amel eksikse, bu amele karşı tutumları itibarıyla insanlar üç kısımdırlar. Bunlardan bir kısmı, ameli tamamlamaya çalışır ve onu normal ölçülerine kavuştururlar. Bunlar en ileride olan müminlerdir. Bir kısmı, "Allah Teâlâ, ihlâsla yapılan bir ameli eksik de olsa, karşılıksız bırakmaz." der ve onu o şekliyle yaparlar. Eksik olan ameli yapıp bitirince de hem kabul edilmesi için, hem de onu bundan sonra tam olarak yapmaya muvaffak kılınmaları için duâ ederler. Bunlar da doğru yolda olmakla birlikte, öncekilerin gerisindedirler. Bir kısmı ise, şeytanın ve nefsin oyununa gelip, "Allah eksik amelleri kabul etmez. Bense bundan fazlasını yapamam. Öyleyse, ne diye boşuna yorulayım?" diyerek ibadet ve hayrı kökten terk eder ve Allah Teâlâ'dan iyice uzaklaşıp helâk olurlar. Cafer es-Sadık (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, üç şeyi üç şeyin içinde gizlemiştir: 1- Rızasını ibadet ve hayırların içinde gizlemiştir. Bu sebeple, O'nun bir kuldan hangi amel yüzünden razı olacağı bilinmez. Bu bilinmeyince de, O'nun rızasını kazanmak için mümkün olan bütün ibadet ve hayırları yapmak lâzımdır. 2- Kızgınlığını günahların içinde gizlemiştir. Bu sebeple, O'nun bir kula hangi günah sebebiyle kızacağı bilinmez. Bu bilinmeyince de O'nun kızgınlığından sakınmak için, mümkün olan bütün günahları terk etmek lâzımdır. 3- Kabul etmeyi bütün duâların içinde gizlemiştir. Bu sebeple, O'nun hangi duayı kabul edeceği bilinmez. Bu bilinmeyince de her zaman duâ yapılması lâzımdır." Günahta Israr Etme Düğümünü Çözmenin ve Tevbeye Yönelmenin Çaresi Bil ki, insanlar iki kısımdırlar: Bir kısmı fıtratlarının (yaratılış) temizliği ve çocukluktan itibaren aldıkları terbiye sayesinde günahlardan uzak dururlar. Bunlar, hayır yapmak ve şerden sakınmak huyu üzerinde büyürler. Allah Rasûlü (sa) bunlar için şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde yedi sınıf insan, Allah Teâlâ’nın Arş'ının gölgesinde ağırlanırlar. Bu sınıflardan birisi, ibadet ve tâat üzerinde büyüyen gençlerdir." (Müslim), "Allah Teâlâ, günah işlemeyen genci sever." (Ahmed, Taberanî), "En hayırlı genç, olgun yaşlılar gibi davranan gençtir." İkinci kısım insanlar ise, günahlara bulaşanlardır. Günahlara bulaşmanın sebepleri ise, gaflet ve şehvettir. Sebep bunlar olunca, günahlardan kurtulmanın çaresi de gaflet ve şehvetten kurtulmaktır. Gaflet, hata ve günahların başı ve kaynağıdır. Allah Teâlâ bir âyette gaflet sahipleri (gafiller) hakkında şöyle buyurmuştur: "Göğüslerini küfre açanlar üzerinde Allah’ın gazap ve kızgınlığı vardır. Bunlar, dünya hayatını ahiretten daha tatlı bulurlar. Allah kâfir (veya nankör) bir topluluğu doğruya yöneltmez. Allah bunların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürler. Bunlar gafil kimselerdir. Bunlar ahirette de, zarar eden ve hüsrana uğrayanlardır." (Nahl, 106-109) Gafletin ilacı ilim, şehvetin ilacı da sabırdır. Bu konudaki ilim şu unsurlardan oluşur: 1- Ahiretteki saadetin sebebinin ibadet ve tâat, oradaki şekâvet ve felâketin sebebinin de günahlar olduğunu bilmek; 2- İbadetlere teşvik eden, günahlardan sakındıran ve bunların fayda ve zararlarını bildiren âyet ve hadisleri ve ulemânın sözlerini devamlı surette okumak ve dinlemek; 3- Herkesin mübtelâ olduğu günah türü farklı olduğu için, özellikle kendisini tehdit eden günah hakkında ayrıntı bilgi edinmek ve bu konuda güvendiği bir âlimin (veya âlimlerin) tavsiyelerini dinlemek ve nasihatlerine uymak. Çünkü âlimler, manevî (dinî) hastalıklar için doktor durumundadırlar. Doktorların bilgisinden yararlanmak ve gösterdikleri ilaçları kullanmak, hastalıktan kurtulmayı kolaylaştıran hususlardır. Bu arada, aynı günahtan tevbe etmiş olan kimselerin tecrübelerinden yararlanmak da çok faydalıdır. Bu sebeple, bu kimselerin hikâye ve kıssalarını öğrenmekte büyük yarar vardır. Günah işlemek arzusu bir hastalıktır. Bu hastalık vücut hastalığından hem daha zararlıdır, hem de tedavisi daha zordur. Bu zorluğun sebepleri de şunlardır: * Vücut hastası hastalığını bildiği hâlde, günah arzusuyla hasta olan kimse hastalığını bilmez. * Vücut hastalığının kötü sonuçları açık oldukları hâlde, günah hastalığının sonuçları o kadar açık değildir. Çünkü, bu sonuçlar başka olaylarla bağlantılı olarak ortaya çıkar ve bu olayların tabiî sonuçları gibi görünürler. Örneğin, günah işlemiş bir kimse, merdivenden düşer ve bacağı kırılır. Onun bu musibete uğraması, işlemiş olduğu günahın bir sonucu ve cezasıdır; fakat bu sonuç adamın dikkatsizliğine, lâmbaların yanmamış olmasına veya merdivenlerin kaygan olmasına bağlanır. * Günah hastalığının ağır sonuçları ahirete bırakılır. Ahiret ise, dünya gibi göz önünde değildir. * Vücut hastası kesin olarak bilir ki, Allah Teâlâ hastalığının şifasını ilaçlara derç etmiştir. Bunu bildiği için, ilaçları alıp titizlikle kullanır. Günah hastası ise, hastalığının ilacı ilim, ibadet, sabır ve takvaya derç edilmişken, bu sebepleri kullanmak yerine, geçersiz bir tevekkül gösterir ve Allah Teâlâ’nın merhamet edip onu kendi çabası olmadan hidayet ve ıslah etmesini bekler. Halbuki, Allah Teâlâ, maddî hastalıklar gibi manevî hastalıkların tedavisini de sebeplere bağlamıştır. Bu Allah’ın sünneti, âdeti ve kanunudur. "Ve sen Allah’ın sünnetinin değiştiğini göremezsin." (Ahzâb, 62; Fâtir, 43; Feth, 23) * Vücut hastaları doktorların tavsiyelerine harfiyyen uydukları hâlde, günah hastaları âlimlerin nasihat ve önerilerine tam uymazlar. Bazı hâllerde de kendilerine rehberlik edecek gerçek âlimleri bulamazlar. Alim zannettikleri kimseler ise, bilerek veya bilmeyerek onların daha çok bozulmalarına sebep olurlar. Çünkü bu kimseler, Allah Teâlâ’nın saygı ve itâat hakkının büyüklüğünü ve bu hakkı ihlâl etmenin dünya ve ahiretteki sayısız zararlarını anlatıp kalplere hesap ve azap korkusu yerleştirmek yerine, bol keseden ümit dağıtır, cenneti bedava satar ve cahilleri günah işlemeye karşı daha çok cesaretlendirirler. Allah Teâlâ'yı tanımayan ve O'na saygı ve sevgisi bulunmayan bu şer hizmetçileri insanlara doğru bir şekilde nasihat etmediklerine göre bari sussalardı, ıslah etmediklerine göre ifsat da etmeselerdi, halkı günahlardan uzaklaştırmadıklarına göre, onları daha çok teşvik etmeselerdi; hem kendileri, hem de herkes için hayırlı olurdu. (İslâm dininin de bu kimselerden hizmet filan beklediği yoktur. Bari ona hezimet getirmeselerdi! "Gölge etme, başka ihsan istemem!" sözü de bunlar için bir uyarıdır.) Bu kimseler halka dinin gerçeklerini değil, onların hoşlandıkları sözleri söylerler. (Daha önce bu tiynetteki kimseler semavî dinleri tahrif edip bozmuşlardır. Fakat bu kimseler, İslâm’ın kendisini bozamazlar. Çünkü o Allah Teâlâ’nın himayesi altındadır. Bunun yerine, bunlar insanların kafalarını bozarlar ve kendilerini dinleyenleri yanlış inanç ve yanlış kulluk şekillerine sürerler.) Bunlar o doktora benzerler ki, müşterilerini artırmak ve kârını çoğaltmak için hastalara acı ilaç yerine zehirli bal içirir. Doktor bu yöntemi kullandığı zaman, hastaları öldürdüğü gibi, din adına konuşan kimseler de, şöhretlerini artırmak ve dinleyenlerini çoğaltmak için okşayıcı nasihatlerle yetindikleri zaman, insanları dalâlete sokup onları manen öldürürler. (Dilimizde, "Yarım hekim insanı candan, yarım hoca insanı dinden eder." denilmiştir. Ancak bunların yarım olmaları, her zaman bilgilerinin azlığı anlamında değildir. Bu bazen de onların ihlâs ve iyi niyet sahibi olmamaları, tıbbı da, dini de ticaret malzemesi gibi kullanıp çıkar peşinde koşmaları anlamındadır.) İnsanlar hasta, ümit ve korku da ilaçlardır. Hastalara ise, hastalığı arttırıcı ilaçlar değil, onu giderici ilaçlar verilir. Bu sebeple, örneğin şeker hastasına şeker, tansiyonu olana tuz verilmez. Böyle hastalardan birincisine şekerden, ikincisine de tuzdan perhiz etmek tavsiye edilir. Bunun gibi, Allah Teâlâ’nın af ve rahmeti hakkında fazla ümit besleyenlere korku, fazla korku taşıyanlara da ümit vermek ve bu suretle onlarda ümit ve korkuyu dengeye getirmek lâzımdır. Allah Teâlâ, bu dengeye işaret ederek: "Onlar korku ve ümitle Rablerine duâ, ibadet ve kulluk ederler." (Secde, 16) buyurmuştur. Bu sebeple, ehl-i imanı Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümitsiz etmek ne kadar yanlış, zararlı ve yobazca bir yaklaşım ise, onları Allah Teâlâ’nın gazap ve azabından korkmaz hâle getirmek de o kadar yanlış, zararlı ve haince bir yaklaşımdır. Kazancı cennet, kaybı cehennem olan ve zararının telâfisi mümkün olmayan din ve ahiret meselelerinde korku, tedbir ve ciddiyeti önde tutmak lâzımdır. Bir zat şöyle demiştir: "Ahiret için o kadar çok çalış ki, şayet buna rağmen cehenneme mahkûm edilirsen, 'Bu benim tedbirsizliğim ve ihmâllerim yüzünden oldu.’ deyip kendini ayrıca vicdan ateşiyle yakmayasın." Her akşam ve her sabah iki melek insanlara bakıp şöyle konuşurlar: "-Keşke bu insanlar yaratılmasalardı! -Yaratıldıklarına göre, keşke niçin yaratıldıklarını bilselerdi! -Bunu bilince, keşke ona göre hareket etselerdi! -Ona göre hareket etmedikleri takdirde de, keşke suçluluk duyup tevbe etselerdi!" Bir kul günah işlediği zaman, altındaki yer onu yutmak, üstündeki gök de üzerine çökmek ister. Fakat Allah Teâlâ, tevbe etmesi için ona biraz daha mühlet verir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah gökleri ve yeri yerlerinde tutar. Şayet bunlar yerlerinden kayarlarsa kendisinden başkası onları tutamaz. Allah, hilim sahibi ve bağışlaması çok olandır." (Fâtır, 41) Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "İnsan pervasızca (korku ve pişmanlık duyup tevbe etmeden) günah işler ve haramları yaparsa, Allah Teâlâ onun kalbini bu bozuk hâl ile mühürler. Ve artık o bu hâl üzerinde yaşayıp ölür." Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ her bir kul için bir günah sınırı çizmiştir. Kul bu sınırı aşarsa, Allah Teâlâ onun kalbini mühürler ve artık ona tevbe ve dönüş nasip etmez." Seleften bir zat da şöyle demiştir: "Lanete uğramak demek, yüzün kararması veya maymun suretine girilmesi demek değildir. O, bir günah işledikçe yeni bir günah aramak demektir. Çünkü lanet, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzak kalmaktır. Bunun sebebi de, sonucu da, bu şekilde günahlara ibtila ve düşkünlük göstermektir." Allah Teâlâ, "Kendi ellerimle yarattım." (Sâd, 75) dediği Adem peygamberi bir küçük hatadan dolayı cezalandırıp cennetten atmıştır. İşlediği hatadan sonra Allah Teâlâ ona ve eşine hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Benim yakınlığımdan uzaklaşın! Çünkü emrimi çiğneyen, bana karşı yakınlığını koruyamaz." Âdem (as), bu hitabı duyunca ağlamış ve eşine şunu söylemiştir: "Günahın ilk uğursuzluğu seveni sevdiğinden uzaklaştırmaktır." Allah Teâlâ, "Seni yeryüzünde halife yaptık." (Sâd, 26) dediği Dâvûd (as)’ı da bir hatasından dolayı yıllarca ağlatmıştır. Dâvûd oğlu Süleyman peygamber de bir hatasından dolayı ilâhî gazaba uğramış ve kırk gün tahtından ve sarayından uzaklaştırılmıştır. (Süleyman (as)’ın hatasının ne olduğu konusunda da değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre, bir keresinde "Şu işi yapacağım." demiş ve "inşâallah" dememiştir. Bir rivayete göre, bir ikindi namaz vakti savaş atlarını teftiş etmiş ve bu meşguliyet yüzünden namazı kaçırmıştır. (Bu rivayetin doğru olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Kur’an-ı Kerim'de buna işaret bulunduğu gibi, Allah Rasûlü (sa) da ikindi namazına çok önem vermiştir. Bu sebeple, Hendek savaşı sırasında ikindi namazını kılma imkânı bulamayınca çok üzülmüş ve, "Allah, kabirlerini ateşle doldursun! İkindi namazını bize kaçırttılar." demiştir.) Bir rivayete göre, bir hanımı onun evinde puta tapmıştır. Bir rivayete göre, bir hanımı bir davada babasını haklı göstermesi için ricada bulunmuş, o da bunu yapmamakla birlikte bu haksız teklife tepki göstermemiştir. Bu sebeplerden biri yüzünden Allah Teâlâ ona kızmış, şekil ve suretini değiştirmiştir. Onu değişmiş bir hâlde gören saray görevlileri onu tanıyamamış ve içeri sokmamışlardır. Bunun üzerine, kırk gün dışarıda aç ve perişan bir hâlde dolaşıp durmuştur.) Peygamber ve sâlih kimselere verilen bu ve benzeri cezalar; herkesin ayaklarını denk atması, tedbiri elden bırakmaması ve günahların akıbetinden korkması için anlamlı ders ve ibretlerdir. Esasen her zaman günahların cezaları çekilmektedir. Rızkın azalması, işlerin ters gitmesi, hastalık ve musibetlerin artması, çoğalan maddî imkânlara rağmen huzur ve mutluluğun yitirilmesi birer cezadır. Bir zat şöyle demiştir: "Hizmetçinin sana karşı gelmesi, atın huysuzluk yapması da birer cezadır." Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: "Başınıza gelen her musibet, kendi günahlarınız yüzündendir. Allah çoklarını da affeder." (Şûra, 30) Cezaların ahirete bırakılmayıp dünyada verilmesi de bir çeşit aftır. Çünkü, "Ahiretin ceza ve azabı, dünyadakine göre çok daha şiddetli ve çok daha uzun sürelidir." (Tâhâ, 127) Günahların dünyadaki hakikî cezası ise, insanın işlediği bir günahtan dolayı günah işlemeye alışması ve bundan sonra günahtan günaha sürüklenmesidir. Pek çok şey gibi, günahlar arasında da açık veya gizli bağlar vardır ve bunlar (günahlar) bir zincirin halkaları, bir çarkın dişleri gibi birbiriyle kelepçelidirler. Günahlar, bütün bu ve benzeri ceza ve sonuçları yanında, ibadet ve tâatin zevkini de kaçırırlar. İbadet zevki kaçınca onu ifâ etmek ağırlaşır; bundan sonra da ondan kurtulmak için çare ve bahaneler aranır. Günah arzuları da hastalıklar gibi çeşitli olduklarından, her birisinin ilâcı ve tedavi şekli farklıdır. Bu sebeple, günahların genel sonuçlarını göz önüne getirdikten sonra, her bir günahın kendisine mahsus sonuç ve cezalarını da düşünmek lâzımdır. Nasihat edici de bu hususu göz önünde tutmalı ve herkese kendi durumuna göre hitap etmelidir. Bunun en açık örnekleri Allah Rasûlü’nün telkinlerinde görülür. Çünkü o, herkese kendi hâline göre tavsiye ve telkinde bulunmuştur. Örneğin, kızmak illetine mübtelâ olan bir kimse, kendisinden nasihat isteyince, Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Öfkelenme, kızgınlığını yut." Ele avuca baktığını bildiği bir kimse nasihat isteyince, buna şunu söylemiştir: "Başkalarının sahip olduğu şeylerden ümidini kes." (İbnu Mâce, Hâkim) İnsanların gönül ve hatırını saymayı hakkın üstünde tutan bir diğerine de şöyle nasihat etmiştir: "Kim insanların kızgınlığına aldırmayıp Allah Teâlâ’nın rızasını arasa, Allah Teâlâ onu insanların kızgınlığından korur ve kim Allah Teâlâ’nın kızgınlığına aldırmayıp insanların rızasını arasa, Allah Teâlâ onu insanlara bırakır." (Hâkim, Tirmizî) Allah Rasûlü’nün bazı hadislerinde, zahire göre çelişkili gibi görünen ifadeler de, onun hitap ettiği insanların durumuna göre konuşmuş olmasından dolayıdır. Doktor da böyle yapar ve her hastaya kendi hastalığına göre ilaç tavsiye eder ve kendisi için en iyi ilacın o olduğunu söyler. Şer'î ilimlerin bir kısmı ilaç gibi, bir kısmı da gıda gibidir. İlaç türünden olanlar, günah işleme hastalığı olan kimselere; gıda türünden olanlar ise, imanını kuvvetlendirmek ve daha çok sâlih amel işlemek isteyenlere verilmelidir. Bu istek sahiplerine günahların cezaları değil, daha ziyade amel ve ibadetlerin sevap ve faziletleri anlatılmalıdır. Allah Rasûlü (sa), onun ashâbı ve selef-i sâlih bu yöntemi uygulamışlardır. Bunların birkaç nasihat örneği şöyledir: Ebu Said el-Hudrî (ra) şunları söylemiştir: "Her işinde takva gözet. Çünkü takva bütün hayırların başı ve ilkidir. Cihad yap. Çünkü cihad, İslâm’ın ruhbanlığıdır. Kur'ân oku. Çünkü Kur’ân okumak senin için yerde nur, gökte şeref ve derecedir. Hayır olan durumlar dışında susmayı tercih et. Çünkü susunca şeytanı mağlup edersin." Hasan el-Basrî bir adama şunu söylemiştir: "Allah Teâlâ’nın emirlerini aziz tut ki, Allah Teâlâ da seni aziz tutsun.", "Allah Teâlâ’nın seni korkuttuğu şeylerden kork; seni sakındırdığı şeylerden sakın. Hazır olandan geleceğin için azık al. Ölüm gelince, bu azığın ne kadar lüzumlu olduğunu göreceksin." Lokman şöyle demiştir: "Alimlerle otur, kalk. Kendin âlim olmadıkça âlimlere itiraz etme. Dünyalıktan ihtiyacın kadar tut, fazlasını ahiretin için sarf et. Şehvetinin kırılması için oruç tut; sevabının çoğalması için namaz kıl. Günah budalası ve iki yüzlü kimselerle arkadaşlık etme. Sık sık gülme. İşin olmadıkça çarşıya çıkma. Seni (dünyan ve ahiretin için) ilgilendirmeyen şeyleri merak edip öğrenme. Ahiretini başkalarının dünyası için yıkma; merhamet edersen merhamet görürsün. Susarsan selâmet bulursun. Hayır olanı söylersen sevap kazanırsın. Dilini şerden korumazsan pişman olursun." Ebu Hâzım şöyle demiştir: "Ölüm geldiği zaman yapmak isteyeceğin şeyleri (fırsat elde iken hemen) yap; çünkü bunlar doğru şeylerdir. Ölüm geldiği zaman bırakacağın şeyleri de bırak. Çünkü bunlar da yanlış ve yararsız olanlardır." Muhammed İbni Kerrâm şöyle demiştir: "Kendi nefsini razı etmeye çalıştığın kadar, Rabbini de razı etmeye çalış." Hasan şöyle demiştir: "Bil ki, önünde (ölüm anından Sırat köprüsünü geçene kadarki süre içinde) büyük olaylar ve korkunç şeyler vardır. Bunlarla karşılaşman da kaçınılmazdır. Fakat ondan sonra ya onlardan kurtulup selâmet bulacaksın, ya da onların girdabına düşüp boğulacaksın. Bil ki, nefsini kontrol eden kazanır. Onu başıboş bırakan ise zarar eder. Akıbeti önceden gören, zarardan sakınır. Hazıra aldanan ise pişman olur." "Doğru yoldan kaydığın zaman tekrar geri dön. Günah işlemekten samimî olarak rahatsız isen onu bırakmaman için bir neden yoktur. (Çünkü, günah işlemek bir mecburiyet olayı değil, bir keyf ve nefs olayıdır.) Bilgin yetersiz ise dinini bilenlere sor. Olup bitenlerden ibret al. Her şeye ibret gözüyle bak. Hâdiselerin mânalarını anla." Çünkü Allah Teâlâ peygamberlerle vahiy diliyle, diğer insanlarla hâdiselerin diliyle konuşur. Mutrif şöyle demiştir: "Dünya sürgün ve ceza yeridir; onu vatan sanan akılsız, ona aldanan bilgisizdir. Nefsin heveslerine karşı sabret. Sabır acı da olsa, o heveslerin cezası kadar acı değildir." Ömer İbni Abdulaziz şunları söylemiştir: "Dünya müminler için sıkıntı sebebi, kâfirler için felâket vesilesidir." "Bir kimseye gücün yetiyorsa, düşün ki, Allah Teâlâ'nın gücü de sana yetiyor. Bil ki, Allah Teâlâ kullarını sahipsiz bırakmamıştır." Günah işleme meyli (eğilimi) insanın yaratılışında vardır. Bu yüzden, masum olan peygamberler dışında herkes bir ölçüde bu meyil ve eğilimi duyar ve esasen duyması da lâzımdır. Çünkü dünyadaki imtihanın konusu bizzat bu meyil ve eğilimdir. Bu meyli kontrol altında tutmaktan sevap, onu başıboş bırakmaktan da günah hasıl olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Nefsini (n günaha karşı meylini) bastıran ve kontrol altında tutan iflâh olur; onu salıveren ve arkasında giden ise hüsrana uğrar." (Şems, 9, 10) Günah meylini bastırıp kontrol altında tutmanın yolu, onun doğuracağı kötü sonuçları, dünya ve ahiret cezalarını düşünmektir. Çünkü insan, gördüğü çok şeye meyil duyar; fakat onların zararlı veya pahalı olduklarını düşününce, meyli söner. Genel şeyler konusunda durum bu olduğu gibi, günah işleme konusunda da durum aynıdır. Belli günahlara hiç meyil duymamanın yolu ise, onları görmemek, bilmemek ve onlardan uzak olmaktır. Çünkü görmek, bilmek ve yakın olmak meyli uyandırır ve kuvvetlendirir. Meyil uyanıp kuvvetlenince de onu bastırmak ve kontrol altına almak zorlaşır. Bundan dolayı, Allah Teâlâ zina yapılmasını nehyederken, "Zina yapmayın!" dememiş, "Zinaya yaklaşmayın." demiştir. (İsrâ 32) Zinaya yaklaşmamak ise, karşı cinsle bir araya gelmemek, onlarla gereksiz bir şekilde konuşmamak ve onlara haram nazarla bakmamak gibi işlerdir. Çünkü bu şeyleri yapmak, şehvet ve meyli uyandırıp kuvvetlendirir. Bu olunca da, bu meyli bir daha söndürmek ciddî bir mücadele gerektirir. Herkes bu mücadeleyi veremediği için de, çoğu kimseler değişik ölçülerde harama girip günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ neyi yasaklamışsa, onun yapılmasını kolaylaştıran sebepleri de yasaklamıştır. Allah Rasûlü (sa), günahlara yaklaşmanın onların içine düşmeye yol açtığını anlatmak için şu misâli söylemiştir: "Yasak arazinin etrafında dolaşan, onun içine düşmekle burun buruna gelir." Tehlike arz eden şeylerin etrafına duvar veya tel örülmesi de o şeylere yakınlığı önlemek içindir. Herkes bilir ki, aç bir insan yemek kokusu alır veya onu görürse, daha fazla açlık hisseder ve daha çok yemek arzusu duyar. Şehvetle ilgili meyli bastırmanın diğer bir yolu da, onu helâl şeylerle tatmin etmektir. Onun için, Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Şehvet duyduğunuz zaman, eve gidip kendi eşinizle bu hissi öldürün." Haramlardan sakınmak maksadıyla yapılan helâl işler, günah işlemeyi önledikleri için ibadet hükmündedirler. Günaha girmemek için verilen mücâdele ve gösterilen sabır da başlı başına ibadetlerdir. Günah olan şeyleri düşünmemek, şehvet ve gafleti arttıran fazla yemekten sakınmak da bu arada alınması gereken tedbirlerdendir. Tekrar söylemek gerekirse, günah işleme meyli, ölüm anına kadar insanla beraber yaşayan bir histir. Bu hissi kontrolde tutmanın çaresi de, günahlardan ve günahlara vesile olan şeyden uzak durmak, günah işlemenin akıbetinden korkmak, onun hadd-i zatında kötü olduğunu düşünmek, namaz kılmak ve duâ etmektir. Bütün bunların başında da kuvvetli bir imana sahip olmaktır. Çünkü iman kuvvetli olursa hislere gem vurmak ve iradeye hâkim olmak kolaylaşır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Dini tasdik edenlere cennet amelini kolaylaştırırız. Dini yalanlayanlara ise (bu ameli zorlaştırıp) cehennem amelini kolaylaştırırız." (Leyl, 6 ve 7) İmanın kuvvet derecesini gösteren şey ise, ibadetleri yapmak ve günahlardan sakınmaktaki kolaylık durumudur. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "İman söz ve iddiadan ibaret değildir. O kalbe yerleşen ve etkisi his ve organlarda görülen bir tasdiktir." Bu tasdik kuvvetlendikçe, onun hisler ve organlar üzerindeki etkisi de artar. O zayıf olduğu zaman da bunun aksi olur. Bütün müminler, günahların kişiyi Allah Teâlâ'dan uzaklaştırdığına ve ahiret azaplarına sebep olduğuna iman ederler. Ancak, buna rağmen günahlardan sakınmaları imanlarının kuvvet derecesine göredir. Çünkü imanın da tıpkı sevgi, nefret, özlem gibi şiddet dereceleri vardır. Kaldı ki, imanda bu unsurlar da (sevgi, özlem, nefret) mevcuttur ve o bu unsurların kuvvetiyle kuvvetlenir, bunların zayıflığıyla da zayıflar. İmandaki sevginin özü de Allah Teâlâ'yı diğer her şeyden, ahireti de dünyadan daha çok sevmektir. Bu itibarla, Allah ve ahiret sevgisinin olmaması imanın zayıflığına ve hatta yokluğuna delildir. Allah Teâlâ müşriklere şöyle hitap etmiştir: "Hayır! Siz ahireti değil, dünyayı seviyorsunuz." (Kıyâmet, 20, 21) "Hayır! Siz dünyayı tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha yararlı ve daha kalıcıdır." (Alâ, 16, 17) Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Cennet, nefsin hoşlanmadığı şeylerle, cehennem ise onun hoşlandığı şeylerle çevrilmiştir." (Müttefekun aleyh) "Allah Teâlâ cehennemi yarattığı zaman, Cebrâil (as)'a, 'Git, onu gör!’ dedi. Cebrâil (as) cehennemi gördü ve dönüp, 'Büyüklüğüne yemin ederim, bunu duyan herkes ondan kaçar.’ dedi. Allah Teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefsin hoşlandığı haramlarla) çevirdi ve meleğe, 'Şimdi bak!’ dedi. Melek baktı ve, 'Büyüklüğüne yemin ederim, korkarım ki, herkes ona koşar.’ dedi. Allah Teâlâ, bundan sonra cenneti yarattı ve meleğe, 'Git, onu gör.’ dedi. Melek gitti, gördü ve dönüp, 'Büyüklüğüne yemin ederim ki, bunu duyan herkes ona koşar.’ dedi. Allah Teâlâ cenneti mekârih (nefsin hoşlanmadığı ameller) ile çevirdi ve meleğe, 'Şimdi bak.’ dedi. Melek baktı ve dönüp, 'Büyüklüğüne yemin ederim, korkarım ki, az kimse buna talip olur.’ dedi." (Ebu Dâvûd, Tirmizî, Hâkim) Hiç şüphesiz ki, yalnızca günah işlemek, bazı aşırı fırkaların (Hariciler'in) iddia ettikleri gibi küfür değildir. Ancak, her günahta küfre giden bir yol vardır. Çünkü her günah, imandaki nefret hissini azaltır ve giderek günah işleyen kimsede günahlara karşı hiç nefret ve tepki kalmaz. Bu hâl de küfürdür. Çünkü, Allah Rasûlü (sa), "Kötülüklere karşı kalpte nefret duymanın ötesinde iman yoktur." buyurmuştur. Günah işlemenin küfürden mi, yoksa iman zayıflığından mı ileri geldiğini gösteren miyar, günah işleyenin küfür olan söz ve fiillerden sakınıp sakınmamasıdır. Günah işlemek küfürden gelmediği zaman, onun sebepleri şunlardır: 1- Günah üzerine va'dedilen ahiret azabının hazır olmaması. Bu sebebi etkisiz kılmanın yolu ise, hazır olmayan bu azabın bir gün mutlaka hazır olacağını düşünmektir. Allah Teâlâ, ahiretin geleceğini inkâr edenlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İnkâr edenler, 'Kıyâmet günü gelmeyecek.’ dediler. De ki: 'Hayır! Rabbime yemin ederim ki, o gün gelecektir. Rabbin gaybı (gelecekte nelerin olup biteceğini) bilendir'." (Sebe', 3) Mutlaka gelecek olan şey, hazır olan şeyden farksızdır. Bugün dün hazır değildi. Yarın da bugün hazır değildir. Fakat bugün gelmiş, yarın da gelecektir. Onun için, aklı olan bir kimse, bir müddet sonra gelecek veya olacak bir şeyi hazır olan şeylerden sayar. Allah Teâlâ, ahirete yarın ismini vermiş ve ona hazırlanmayı istemiştir. İlgili âyet şöyledir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın." (Haşr, 18) Kaldı ki, ölüm yarından da yakın olabilir. Ölüm vaktinin belirsiz olması, onu uzak görmeyi değil, daha çok yakın görmeyi gerektirir. 2- Haramda lezzet bulunması. Bu sebebi yok etmenin çaresi, aynı lezzetin helâl şeylerde de bulunduğunu düşünmektir. Çünkü Allah Teâlâ, bir şeyi haram etmişse onun cinsinden çok şeyi de helâl etmiştir. Onun için, helâl dairesi geniştir ve bu dairedeki çeşitli şeyler keyfe kâfidirler. Ve insan kendi kendisine şunu sormalıdır: "Ben bu kısa ömürde nefsimin bir iki arzusuna karşı sabredemezsem,’ ebedî olan ahiret âleminde bütün arzularımdan mahrum edilmeye nasıl sabrederim? Bu kısa ömürde sabrı acı bulup ona tahammül etmezsem, ahirette ebediyyen sabır etmek durumunda kalmanın acısına nasıl tahammül ederim? Dünyada nefsime hoş gelen bazı şeylerden uzak durmaya dayanamazsam, bütün hoşlukların toplandığı yer olan cennetten uzak durmaya nasıl dayanırım?" Akıllı olan bir insan, ne kadar lezzetli olursa olsun, zehir karıştırılmış bir şerbeti içmez. Lezzetli günahlar da zehirli şerbet gibidirler. 3- Bir gün günahlardan bıkacağını zannetmek. Böyle bir zan yanlıştır. Çünkü, bir şeye alışmak onu tabiat ve huy hâline getirir. Bu olunca da, artık bıkmak şöyle dursun, ondan bir an ayrı durmak bile zorlaşır. 4- İleride tevbe edeceğini düşünmek. Günah işleyen müminlerin büyük çoğunluğu bunu düşünürler. Fakat bu düşünce de yanlıştır. Çünkü, kimse yaşamakta olduğu lahzadan sonraki bir zamanda var olacağını garantileyemez. Ani ve zamansız gelen ölümler, gelecek zamana bel bağlamanın ne kadar anlamsız olduğunu gözler önüne sermektedir. Ahirette de ağlayanların çoğu, bu yanlış düşünceye güvenip tevbeyi geciktirmiş ve onu gerçekleştiremeden ölüp gitmiş olan kimselerden oluşur. 5- Allah Teâlâ’nın affını ümit etmek. Bu ümit geçersizdir. Çünkü Allah Teâlâ, yalnızca tevbe edenleri affedeceğini va'detmiştir. Bu sebeple, günahta ısrar edenlerin af beklentileri şer'î bir anlam taşımaz. Günah işleyerek af bekleyen bir kimse o adama benzer ki, elindeki malını saçıp savurur ve, "Nasıl olsa bir hazine bulacağım." diye ümitlenir. Elbette ki, hazine bulmak mümkündür, ancak mümkün olan her şey gerçekleşmez. 6- Günahların günah olduğuna inanmamak. Kur'ân ve hadislerde bildirilen günahlara inanmamak ise küfürdür. Küfür, günah işlemekten de beter bir günahtır. Küfür, bir insanın uğrayabileceği en büyük musibettir. Onun için, sathî bir bakışla, bazı kâfir ve inançsızların dertsiz ve musibetsiz oldukları görülse de, hakikatte bunlar en büyük musibete uğramış kimselerdir. Çünkü küfür yüzünden bu insanlar, kesinleşmiş ebedî bir azaba mahkûm olmuşlardır. Ebedî olan bu azapta zaman durur ve yok olur. Bu sebeple, milyar kere milyar kâinat ömrü, bu ebedî azabın süresi yanında bir lahza değerinde bile değildir. Cezası bu kadar büyük, ağır ve uzun olan küfür ve inkârın en küçük bir aklî ve ilmî delili, dayanağı, gerekçesi ve mazereti de yoktur. O tamamen kudurmuşluğun, inadın veya günahlara mübtelâ oluşun kötü sonucudur. (Özellikle şimdiki ilim ve teknoloji döneminde artık Allah Teâlâ’nın varlığını inkâr etmek veya onda şüphe etmek imkânı kalmamıştır. Çünkü ilim ve teknoloji Allah Teâlâ’nın varlığını, büyüklüğünü ve sonsuz güç ve kudretini bütün keşif ve buluşlarıyla ortaya çıkarmıştır.) Bütün bu zikredilen hususlar açık gerçeklerdir. Ancak, günah işlemekte ısrar edenler, gerçekleri düşünmeye yanaşmazlar. Düşünmeyince de, güneş altındaki körlerden farkları kalmaz. Bunların da, etrafları aydınlık, fakat içleri kapkaranlıktır. Bunlar, ölümden şiddetle korkar ve onun söz ve sohbet konusu edilmesinden sıkılırlar. Bu insanlar ölümden bu kadar korkar ve onun bahsedilmesinden bile bu şekilde sıkılırken, acaba hazırlıksız bir hâlde kendisiyle karşı karşıya geldikleri zaman ne yaparlar? Halbuki, yalnızca ölümü düşünseler, o bile onları günahlardan soğutacak ve ahiret için hazırlık yapmaya sevk edecektir. Çünkü ölüm hazırlıksız giden günahkârlar için idam fermanı ve azap celbi, hazırlıklı olan takva sahipleri için piyango bileti ve cennet davetiyesidir. Günahkârlar, dünyadaki lezzetin yalnızca günah işlemekte olduğunu zannederler. Halbuki asıl lezzet, Allah Teâlâ'yı tanımakta, O'na kulluk etmekte ve O'na yakın olduğunu hissetmektedir. Bu öyle büyük bir lezzettir ki, onu duyanlar, yalnızca dünyanın haram veya helâl olan lezzetlerini değil, cennet lezzetlerini bile aramazlar. |
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın