º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMENİN FAYDALARI...
Ölümü Düşünmek
Kasr-ı Emel ve Tûl-i Emel
Kasr-ı Emel'in Fazileti
Tûl-i Emel'in Sebepleri
Kasr-ı Emel ve Tûl-i Emelin Dereceleri
Allah Teâlâ, ölüm ile kibirlilerin kibrini, inatçıların inadını kırar, kâfirlerin ve zâlimlerin boynunu büker, gâfillerin akıllarını başlarına getirir.
Şimdiye kadar gelenlerin hepsi ölmüşlerdir. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi, "Şimdi onlardan hiç birini görüyor veya fısıltısını duyuyor musun?" (Meryem, 98) Bundan sonrakiler de aynı şekilde öleceklerdir." Sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir." (Zümer, 30), "Her canlı ölümü tadacaktır." (Al-i İmrân, 185; Enbiyâ, 35; Ankebût, 57), "İnsanlar için hesap günü yaklaştı. Fakat kendileri gaflet yüzünden aldırmıyorlar.", "O hesap günü ki, zorluk ve sıkıntılarıyla çocukları ihtiyarlatır." (Müzzemmil, 17)
Ancak ölüm, herkes için aynı şekilde görünse de, muttaki kullar için kurtuluş vesilesi ve mutluluğa ulaşma vasıtasıdır. Şakiler için ise zindan kapısı ve azap yoludur.
Ölüm, gelmesi en çok kesin olan şeydir. Gelmesi bu ölçüde kat'î ve kesin olan bir şey uzak değildir. Uzak olan ise, gelmemesi ve olmaması mümkün ve muhtemel olan şeydir. Ölüm böylesine kat'î ve yakın olduğuna göre, her zaman onu düşünmek ve ondan sonrası için hazırlık yapmak dinen ve aklen gerekli ve zorunludur.
Ölümü Düşünmek
Bil ki, ölümü unutmak dünyanın şehvet ve haramlarına meyletmeye, onu düşünmek ise ibadet ve hayra yönelmeye vesile olur. Ölümü düşünüp düşünmemek ve ona karşı tavır almak konusunda insanlar birkaç kısımdır.
Bunlardan bir kısmı dünyaya dalmış ve hazır güne aldanmışlardır. Bu kısma giren kimseler, ölümü düşünmek ve hatırlamak istemezler. Çünkü ölüm fikri onları korkutur. Fakat korkunun ecele faydası yoktur ve başını kuma sokmakla kimse ölümden kurtulamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"De ki: Kendisinden kaçtığınız ölüm, kesinlikle sizi bulacaktır. Ondan sonra gayb ve şehâdeti (gizli ve açığı) bilen Allah'a götürüleceksiniz ve O, yaptıklarınızı (unuttuğunuz amellerinizi) size haber verecektir." (Cumua,
"Her nefis ölümü tadacaktır."
Bir kısmı, dünyanın mahiyetini, aldatıcılık ve değmezliğini anlayınca pişman olup tevbe etmiş ve Allah Teâlâ’nın yoluna girmişlerdir. Bu kısma dahil olan kimseler, tevbelerinde durmak ve bir daha dünya rüzgârına kapılıp gitmemek için ölümü çokça zikreder ve düşünürler. Fakat tevbe dönemine yeni girdikleri için, amel ve hazırlıklarının yeterli olmadığını düşünerek ölmekten çekinirler. Bunların ölümden çekinmeleri, öncekilerin ondan korkması ve kaçması gibi değildir. Çünkü öncekiler, günah ve haram olan zevklerine son verdiği için ölümden korkarlar, bunlar ise, hayır yapmalarını ve sâlih amel işlemelerini yarım bıraktığı için ondan çekinirler. Bu yüzden, birincilerin korkusu gaflet eseri iken, ikincilerin çekinmeleri uyanışın sonucudur.
Bir kısmı, baştan beri günahlardan sakındıkları ve sâlih amel işledikleri için ölüme hazırlıklıdırlar. Bunlar, Rablerinin huzuruna çıkmak ve amellerinin sevap ve saadetini görmek için ölmek isterler ve ölüm anını zevkle beklerler.
Bir kısmı ise, her konuda olduğu gibi, ölüm konusunda da Allah Teâlâ'ya teslim olmuş ve O'nun takdirine rıza göstermeyi yeğlemişlerdir. Bunlar, yalnızca kendi işleri olan amel ve kulluğu düşünür ve bunun ifasıyla meşgul olurlar; Allah Teâlâ'nın işi olan hayat ve ölüm konusuna karışmazlar. Onlara göre, önemli olan şey, Allah Teâlâ’nın rızası dairesinde olmaktır. Bu olduktan sonra, dünyada, kabirde veya ahirette olmak aynı şeylerdir. Bu sebeple, bunlar ne ölmeyi, ne de yaşamayı akıllarına getirmezler. Ancak, insanların büyük çoğunluğu bu derecede olmadıkları için, ölümü düşünmek onlar için gerekli ve yararlıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikredin (hatırlayın, düşünün)." (Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce)
"Ölümü çokça düşünün; çünkü ölümü düşünmek günah işlemeyi önler ve haramlara rağbeti söndürür." (İbnu Ebid-Dünya)
"Ölüm hakkında benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız." (İbnu Ebid-Dünya)
"En akıllı insanlar, ölümü çokça düşünen ve ona çokça hazırlananlardır." (İbnu Mâce)
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bazı sözler de şöyledir:
"Ölüm, mü’minler için Allah Teâlâ’nın bir hediyesidir."
"Ölüm, müslümanlar için kefarettir."
"Vaiz olarak ölüm yeter.", "Ölüm toplulukları ve derlenip toplanmış şeyleri dağıtır."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Ölüm, dünyanın mahiyetini göstermiş ve zevklerini acılaştırmıştır."
Rabî' İbni Haysem şöyle demiştir: "Mü’minin beklediği en hayırlı şey ölümdür."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Ölümün nimet olduğu şundan bellidir ki, kötü olanlar ahirette ölmek isterler, fakat ölüm ellerine geçmez."
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Ona her taraftan öldürücü hâller gelir. Fakat o, (azap çekmek için) ölmez." (İbrahim, 17), "Keşke (ölüp) toprak olsaydım! der." (Amme, 40)
İbni Sirin yanında ölümden bahsedildiği zaman, kendisi ölmüş gibi uyuşurdu. Halife Ömer İbni Abdülaziz, her gece âlimleri toplar ve onlarla ölüm ve ahiret bahsini konuşurdu.
İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: "İki şey beni dünya lezzetinden soğutmuştur. Bunlar ölümün varlığı ve Allah Teâlâ'ya hesap verme zorunluluğudur."
Kâ'b şöyle demiştir: "Ölümü düşünmek, dünyanın sıkıntı ve musibetlerini kolaylaştırır."
Eş'as şöyle demiştir: "Hasan el-Basrî'nin meclisinde yalnızca ölüm, ahiret ve cehennem konuşulurdu."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Ben ne kadar akıllı adam gördümse, ölüme karşı hazırlıklı olduklarını gördüm." Rabî' İbni Hasyem, kendisi için bir kabir kazdırmıştı. Her gün içine uzanıp ölümü düşünürdü."
Bir zat şöyle demiştir: "Tuz eti bozulmaktan koruduğu gibi, ölümü düşünmek de kalbi (zihin ve duyguları) bozulmaktan korur."
Mutrif İbni Abdullah şöyle demiştir: "Ölüm dünya nimetlerini acılaştırmıştır. Onun için, kendinize acı olmayan nimetler (ölümün olmadığı ahiret nimetlerini) arayın."
Ölümü düşünmenin kuvvet ve şiddet bakımından da çok dereceleri vardır. Bu tıpkı bir insanın önündeki korkulu bir olayı düşünmesi gibidir. Bu iki hâlde de olay ne kadar yaklaştırılırsa, etkisi o kadar fazla olur. Onun için, ölümü hemen gelecekmiş gibi düşünmek lâzımdır. Ölüm, insanın karşılaşabildiği en büyük olaydır. O, hem dünyadaki, hem de ahiretteki sonuçları itibarıyla büyüktür. Ancak, insan onu düşünmediği ve aklına getirmediği zaman, kısa bir süre için önemini ve büyüklüğünü çarpıcı bir şekilde hissetmez.
Ölümü düşünmeyi engelleyen şeyler (gaflet, meşguliyet) yanında, onu düşünmeye davet eden şeyler (hastalıklar, ölümler, yıkımlar) de vardır. Hastaları, ölüleri görmek, kabristanı ziyaret etmek, daha önce ölmüş olanların hayat hikâyelerini, hırs ve tamahlarını, ölümden kaçışlarını, dünya için çalışıp didinmelerini, gülüp eğlenmelerini düşünmek ve sonra bütün bunların bir gölge ve hayal gibi silinip yok olduklarını görmek, ölüm gerçeğini anlamaya yardımcı olurlar.
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Bahtiyar insan odur ki, başkasının musibetinden ibret alır."
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Ölüleri düşündüğün zaman, kendini onların arasında gör."
Kalb dünyaya ait bir şeye meylettiği zaman, İbni Muti'in dediğini demek lâzımdır. Bu zat, yaptırdığı evine bakmış ve onun güzelliği kalbini çekmişti. Bunun üzerine şöyle demiştir:
"Allah'a yemin ederim, ölüm olmasaydı, seninle sevinirdim ve buradan kabrin dar çukuruna gitmek olmasaydı seninle mutlu olurdum. Fakat bunlar olduğu için, ne seninle sevinmek, ne de mutlu olmak mümkün değildir." Bir zengin, güzel bir köşk yaptırmıştı. Onu hazır hâle getirince, tanıdığı bir âlimi götürüp onda gezdirdi. Alim, köşkü gezdikten sonra adama:
-"Köşkün çok güzeldir. Fakat bir kusuru vardır ki, bütün güzelliğini gölgelemiştir." dedi. Adam telaşla:
-"Bu kusur nedir?" diye sordu. Âlim, derine dalan gözlerle:
-"O kusuru şimdiye kadar hiç kimse giderememiştir. O, ölüp burayı terk etmektir." dedi.
(Şiir:
Ey yüksek sarayda ikamet eden
Kendini böyle koyuvermen neden?
Bil, sen ölürsün, binan da yıkılır
Ölmüş baban da, ondan önce deden?)
Kasr-ı Emel ve Tûl-i Emel
Kasr-ı emel, yaşama ümidini kısa tutmak, ölümünü yakın görmek, dünya ve ahirete karşı tavrını buna göre ayarlamaktır. Tûl-i emel ise bunun aksidir. Kasr-ı emel fazilet, tûl-i emel gaflet ve kusurdur.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Sabahladığın zaman, akşama kadar; akşamladığın zaman da sabaha kadar yaşayacağını nefsine söyleme. (Ona bu ümidi verme.) Hayatından ölümüne, sağlığından da hastalığına pay ayır. Ey Allah’ın kulu! Sen yarınki ismini (yarın sana diri mi, ölü mü denileceğini) bilemezsin." (İbnu Hibbân)
"Sizin için en çok iki şeyden korkuyorum. Bunlar heva-i nefs (nefsin isteklerine uymak) ve tul-i emeldir. Heva-i nefs, haktan uzaklaştırır; tûl-i emel ise dünyayı sevdirir. Şunu bilin ki, Allah Teâlâ dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir, ahireti ise yalnızca sevdiğine verir. Ahiret talipleri ve dünya talipleri vardır. Siz ahiret talipleri olun. Unutmayın ki, dünya sırtını çevirmiş gidiyor; ahiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Siz dünyada hesap vermeden amel etmek durumundasınız; ahirette ise amel etme imkânı bulamadan hesap vermek durumunda olacaksınız." (İbnu Ebid-Dünya)
Allah Rasûlü (sa), toprak üzerinde bir dik çizgi çizdi, onun önüne bir ikincisini çizdi, bunun da ötesinde bir üçüncüsünü çizdi ve kendisini dikkatle izleyen ashâbına şöyle dedi:
"Birinci çizgi insandır. Hemen önündeki çizgi onun ecelidir. Uzaktaki çizgi ise onun emeli ve yaşama ümididir. İnsan buraya kadar yaşayacağını ümit eder; fakat ecel onu daha önce yakalar." (Buharî, Ahmed)
"Gâfil olan insanlar yaşlanıp ölüme yaklaştıkça, onlardaki mal hırsı ve tûl-i emel (yaşama ümidi) daha da artar." (Müslim) Halbuki, yaş ilerledikçe bunların azalması lâzımdır. "Bu ümmetin başı (ashâb ve onları izleyenler) yakîn (iman kuvveti, kanaat, tevekkül) ve zühd ile kurtuldular. Onun sonu (kıyâmete yakın olanlar) ise iman zaafı, dünya hırsı ve tûl-i emel ile helâk olacaklardır." (İbnu Ebid-Dünya), "Cennete gitmek istiyorsanız, yaşama ümidinizi kısa tutun, ölümünüzü gözlerinizin önüne getirin ve işlerinizde sizi gözetleyen Allah Teâlâ'dan hayâ edin." (İbnu Ebid-Dünya)
"Allah'ım! Beni ahiretin hayrından meneden dünyadan, ölümün hayrından meneden hayattan, amelin hayrından meneden emel ve ümitten sana sığınırım." (İbnu Ebid-Dünya)
Selman-ı Farisî (ra) şöyle demiştir: "Üç insana şaşarım. Bunlar, kendisini yakın mesafeden izleyen ölüme rağmen, uzun yaşamayı ümit eden kimse, gözetim ve kontrol altında tutulduğu hâlde, kendisini başıboş zanneden kimse, Allah Teâlâ’nın kendisinden razı olup olmadığını bilmediği hâlde, ağız dolusuyla gülen kimsedir. "
Es-Sevrî şöyle demiştir: "Makbul olan zühd, lezzetsiz şeyler yemek veya aba giymek değil, kasr-ı emeldir."
Bir zat şöyle demiştir: "Ben kendimi, cellâd önünde boynunu uzatmış, kılıcın inmesini bekleyen bir kimse gibi hissediyorum."
Dâvûd et-Tâî şöyle demiştir: "Bir ay yaşamayı ümit edersem, büyük bir hata işlemiş olurum. Çünkü gece ve gündüzün her saatinde insanların ölmekte olduklarını görürken, bu ümidi beslemek gerçeklerle ters düşmektir."
Ömer İbni Abdulaziz bir hutbesinde şöyle demiştir: "Her türlü yolculuk için azık lâzımdır. Siz de ahiret yolcuları olduğunuza göre size de azık lâzımdır. Bu azık ise takvadır. Öyleyse, takva azığını alın ve Allah Teâlâ’nın ahirette vereceği sevap ve azabı görmüşçesine sevaba talip olup azaptan kaçın. Kendinizi bırakmayın ki, kalpleriniz katılaşmasın ve düşmanınız olan nefisleriniz sizi esir almasın. Allah'a yemin ederim, akşamdan sonra sabahlayacağını veya sabahtan sonra akşamlayacağını bilemeyen insanın uzun yaşamayı ümit etmesi akıl işi değildir. Ben de siz de bu ümidi besleyenlerin yanıldıklarını hep görürüz. Bilin ki, göz aydınlığı Allah Teâlâ’nın azabından emin olmakta, kalb sevinci de ahiret sıkıntılarından kurtulmaktadır. Bu emniyet ve kurtuluş sağlanmadıkça göz aydınlığı ve sevinç aramak yanlıştır. Sizin tâbi tutulduğunuz ağır imtihana yıldızlar tâbi tutulsaydı, dökülürlerdi, dağlar tâbi tutulsaydı devrilirlerdi, yer tâbi tutulsaydı çatlayıp yarılırdı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; bunlar onu kabul etmekten çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan onu kabullendi..." (Ahzâb, 72)
"Biz bu Kur'ân'ı (insan üzerine değil) dağ üzerine indirseydik, onu Allah korkusuyla eğilmiş ve parçalanmış bir hâlde görecektin. İnsanlar (sorumluluklarının büyüklüğünü) düşünsünler diye bu misâlleri veriyoruz." (Haşr, 21)
Şöyle denilmiştir: "Dünya uyku hâli, ahiret uyanıklık hâlidir. Ölüm ise, bu iki hâlin arasındaki sınırdır."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "İnsanın ecelini gözlerinin önünde tutup ümidini arkasına atması lâzım iken, o ümidini gözlerinin önünde tutup ecelini arkasına atmıştır."
Şöyle denilmiştir: "Ey sağlığına güvenen insan! Hiç sağlığına rağmen ölen görmedin mi? Ey ölüm uyarısı almayan insan! Hiç uyarı almadan ölen kimse görmedin mi?", "Ölüm acısı, kusurlu davranmış olmanın pişmanlığıdır.
Halife Süleyman İbni Abdulmelik Mekke'de iken, kendisine eski zamana ait bir kitabe getirirler. Halife, onu okutur. Kitabede şunlar yazılıymış:
"Ey insan! Ecelinin ne kadar yaklaştığını bilseydin, yaşama ümidini azaltır ve ahiret amelini çoğaltırdın. Bil ki, öleceğin zaman, seni öbür tarafta aile ve akraban değil, amelin karşılayacaktır. Amelin az ise pişmanlık duyacaksın. Fakat artık, amelini çoğaltmak imkânını bulamayacaksın. Onun için, hasret ve pişmanlık azabına düşmeden evvel, amel et." Süleyman, bu sözleri dinledikten sonra hüngür hüngür ağlamıştır."
Bir zat, dostuna şu mektubu yazmıştır:
"Seni şâhid tutarak, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'ya hamd ederim. Düşün ki, bu misafirlik yerinden ikamet yerine gideceğiz ve orada amellerimizin karşılığını bulacağız. O ikamet yerinde, hükmü her şeyde geçerli olan Allah Teâlâ adâlet terazisini kuracak ve bizi bununla hesaba çekecektir. Eğer O bizden razı olursa, o gün kol gezen ümitsizlik, korku ve fakirlikten korunacağız; aksi takdirde, göreceğimiz bunlar olacaktır. Dilerim, O bizden razı olsun, dünya ve ahireti razı olduğu kullarının kalplerine soktuğu şekil ve biçimde kalplerimize soksun, dünyayı bize bunların sevdiğinden daha fazla, ahireti de daha az sevdirmesin."
Ka'ka' İbni Hekim şöyle demiştir: "Otuz seneden beri ölüme hazırlıklıyım. Onun için, geldiği zaman gecikmesini temenni etmeyeceğim."
Abdullah İbni Sa'lebe şöyle demiştir: "Sen dünya ile sevinip gülüyorsun; halbuki, muhtemelen kefenin tezgâhtan çıkmış, hazırlanmıştır."
Dâvûd Tâî şöyle demiştir: "Korkan (ve işi ciddiye alan) için uzak yakındır."
Ey kardeşim! Bil ki, seni Rabbinden uzaklaştıran her şey, senin için uğursuzdur. Bil ki, kabristanlarda yatanlar, ahiret için yaptıklarına sevinirler, dünyada bıraktıklarına da üzülürler. Henüz dünyada olan tûl-i emel sahipleri ise, bunların üzüldükleri şeylere sevinir ve onlar için didinir, yarışır ve kavga ederler. Kasr-ı emel sahibi olanlar ise, ölmeden evvel de ölmüşler gibi duyar, onların sevindiklerine sevinir ve üzüldüklerine üzülürler.
Muhammed İbni Ebu Tevbe şunu anlatmıştır: "Maruf el-Kerhî'nin meclisindeydik. Namaz vakti geldi. Kendisi ezan ve kamet okudu, bana da namaz kıldırmayı teklif etti. Ben onu kırmamak için, 'Tamam! Bu namazı kıldırayım. Fakat bundan sonraki namazda bana imamlık teklif etme.’ dedim. Maruf (ra), 'Sen, bir sonraki namaza kadar yaşayacağımızı mı ümit ediyorsun? Tûl-i emelden Allah Teâlâ'ya sığınalım. Tûl-i emel, amele mânidir.’ dedi."
Dünya bir ağacın gölgesi gibidir. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Ben dünyayı ne edeyim? Ben o yolcu gibiyim ki, bir ağacın gölgesinde bir saat dinlenir, ondan sonra kalkıp yoluna devam eder."
Dünya, insanı üzdüğü kadar sevindirmez, ona sıkıntı verdiği kadar rahatlık vermez. Böyle bir dünya ilim ve akıl ölçüleriyle sevilmez. Onun için de, ilmi ve aklı olan kimseler onu hiç sevmemişlerdir.
Hz. Ebu Bekir (ra) bir hutbesinde şöyle demiştir:
"Yüzlerinin güzelliğine acep kalanlar şimdi nerdedirler? Gençliklerine hayran olanlar şimdi nerdedirler? Şehirleri kuran, orduları kıran güçlü sultanlar şimdi nerdedirler? Hepsi, dar ve karanlık olan kabirlerinde mahpus ve mahkum yatıyorlar. Öyleyse, acele edin! Kendinizi kabirlerin darlık ve karanlığında mahkum olarak yatmak durumundan kurtarmaya çalışın."
Bil ki, tûl-i emel doğuran sebepler iki şeydir. Bunlardan birisi dünya sevgisi, diğeri de cehalettir. Çünkü insan dünyayı sever ve onun şehvet ve lezzetlerine düşkünlük gösterirse, ondan ayrılmak kendisine zor gelir. Bundan dolayı da, bu ayrılmayı gerçekleştirecek olan ölümü sevmez. İnsan sevmediği ve hakkından gelemediği bir şeyi unutmak istediği için, sevmediği ve çare bulamadığı ölümü de unutmak ister. Bu sebeple, onu hiç düşünmek istemez; düşünmek zorunda kaldığı zaman da ölmemek arzu ve temennisini bir perde gibi bu acı gerçeğin üzerine çekip durumu idare etmeye çalışır. Ölümün kesin olduğunu, dolayısıyla gözünü kapatmakla ondan kurtulmanın mümkün olmadığını fark ettiği anlarda da, yine başından atmak için onun uzak bir tarihte olacağını düşünmeye çalışır. Bu suretle tûl-i emel oluşturunca da, ölüm ve ahiret için âcil olarak hazırlık yapmak ihtiyacını duymaz. Bunun için de, "Ben henüz gencim, yaşlanınca amel ederim." Ya da, "Şu işleri hâlledeyim de ondan sonra." der. Fakat bu sözler de içinden gelen ciddî ve samimî kararlar olmadığı için, yaşlandıkça daha ileriki bir yaşı gösterir ve işleri yoluna koydukça başına yeni işleri açar. Bu kimse, tûl-i emel ve devamlı erteleme ile ömrünü bitirip ummadığı bir zamanda ölümün pençesine düşer ve helâk olup gider. Cehennem ehlinin çoğu, bu suretle ölümü uzak görüp hazırlığı erteleyen kimselerden oluşurlar.
İş ve meşguliyetten dolayı ahiret hazırlığını ertelemek kesinlikle yanlıştır. Çünkü, iş ve meşguliyetlerin sonu ve bitimi yoktur. Bunlardan biri gittikçe, yerine bir ve hatta birkaç yenisi gelir. Şâirin dediği gibi, "Kimse ihtiyaçlarının sonunu getirmemiştir. Çünkü onlar, birbirini birkaç misliyle doğururlar."
Tûl-i emel doğuran cehalet ise, ölümün ancak yaşlandıktan sonra gerçekleşen bir olay olduğunu zannetmektir. Bu zan da yanlıştır. Çünkü istatistik yapılsa açıkça görülür ki, her gün yaşlılardan fazla gençler ölürler. Onun için de yaşlılar azdırlar. Çünkü akranları daha önceki yaşlarda ölmüşlerdir. (Özellikle, ölüm sebeplerinin çoğalıp çeşitlendiği yeni dönemde, ölümü bir yaşlılık sorunu olarak görmenin hiçbir mesnedi kalmamıştır.)
Hastalık da, yalnızca yaşlıların sorunu değildir. Çünkü her yaştaki insanlar hastalanırlar ve bunlardan bir kısmı ölürler. Bu açık gerçeği görmemek de gaflet ve cehalettir. Bu gaflet ve cehaletin pençesine düşen bir kimse, her gün her yaştaki insanların öldüğünü görse ve bizzat onların cenazelerine katılsa, yine de gerçeği anlayıp kendine gelmez. Çünkü onun dimağında sâbitleşen var sayıma göre, kendisi ancak yaşlanınca veya ağır bir hastalık geçirince ölebilir. Henüz bunlar olmadıklarına göre, demek ki, ayaklarını sağlam bir şekilde toprağa basabilir. Zavallı bilmez ki, ölüm için hastalık şart koşulsa bile, o da ansızın çıkıverir.
Tûl-i emelin sebepleri olan dünya sevgisi ve cehaletten kurtulmanın çaresi ise, evvelâ gerçeği görmek, dünyaya ait şeylerin kısa ömürlü ve geçici olduklarını ve bunlardan ayrılmanın kesin olduğunu kabul etmektir. Bu gerçek kabul edilirse, dünya sevgisi azalır. Çünkü insan fıtratı geçici olan ve ayrılığa mahkûm bulunan şeyleri sevmez. Onun için bir sebeple böyle bir şeyi sevdiği zaman onu ebedî vehmetmeye başlar. Allah Rasûlü (sa), bu yanlış vehmi dağıtmak için şöyle buyurmuştur: "Dünyaya ait kimi ve neyi seversen, kesinlikle ondan ayrılacaksın."
İkinci olarak da, kalbe giren bir sevgi ancak yeni bir sevgi ile sökülüp atılabildiği için, dünya sevgisini kalpten çıkarmak için de ahiret sevgisini kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu sevgi kuvvetlendirilip alternatif durumuna getirilmediği müddetçe, dünya sevgisinden ve onun sebep olduğu tûl-i emelden ve bunların kötü sonuçlarından yakayı kurtarmak mümkün değildir. Ahireti sevmek için de onun ne olduğunu, insana neler kazandırdığını ve dünyaya kıyasen üstünlüğünü bilmek ve düşünmek lâzımdır. Ahiret nasıl sevilmez ki, dünyada sevgiye vesile olan bütün güzelliklerin, zevk ve lezzetlerin hakikî asılları ve bâkir kaynakları oradadır. Dünyada hüzün ve ıstıraba yol açan ve mutlulukları yarım bırakan ayrılık gibi menfilikler de orada yoktur. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Sâlih kullarım için öyle nimetler ve güzellikler hazırlamışım ki, bunları (dünyada) ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de onlar kimsenin aklına gelmiştir."
Ölümü nefsine kabul ettirmenin etkili bir yolu da kendi yaşında ve durumunda olan kimselerin ölmüş olduklarını çokça düşünmektir. Çünkü onlar ölmüşlerse, kendisinin ölmemesi için hiçbir sebep bulunmaz.
İnsan, ara sıra kendi vücudunu ölmüş ve kabirde çürümeye terk edilmiş hâliyle görmeye çalışmalıdır. Bu da onda ölüm tefekkürünü kuvvetlendirir.
Kasr-ı Emel ve Tûl-i Emelin Dereceleri
Bil ki, kasr-ı emel ve tûl-i emel nisbî (göreli, göreceli) şeylerdir. Onun için, bir kasr-ı emel diğer bir kasr-ı emele göre tûl-i emel sayılabilir. Tûl-i emelin bir türü de diğer birine göre kasr-ı emel olabilir.
Bu açıdan bakılırsa görülür ki, bazı insanlar, olmayacak bir uzun süre yaşamayı ve dünyada kalmayı arzu eder ve bunun hayalini kurarlar. Allah Teâlâ bunlara işaret ederek şöyle buyurmuştur.
"Onları yaşamaya karşı son derecede hırslı ve istekli görürsün. Onlardan her biri bin sene yaşamak ister. Fakat, bin sene yaşamak da onları azaptan kurtaramaz. Allah, onların yaptıkları kötülükleri görür." (Bakara, 96)
Bazı insanlar, mümkün olan yaşın sonuna kadar yaşamayı ister ve bunu arzu eder. Allah Rasûlü (sa), bu insanlara işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Yaşlı insanda iki arzu gençtir. Bunlar yaşama arzusu ve mal arzusudur." (Buharî)
Bazı insanlar bir seneye kadar yaşamak ister ve bunu tasarlarlar. Bunlar dünya iş ve ilişkilerini bir sene ile sınırlandırırlar.
Bazı insanlar bir mevsim süresi kadar yaşamayı düşünürler.
Bazı insanlar bir gün, bazıları bir günün yarısı kadar yaşamayı düşünürler. Allah Rasûlü (sa) bu derecede olan bir sahâbiye : "Sabahladığın zaman akşamı, akşamladığın zaman da sabahı düşünme." buyurmuştur.
Bazıları yaşama sürelerini bir saate, bazıları da bir nefese indirirler. Bu sonuncu gruba dahil olanlar, nefes alırken vermeyi, verirken almayı düşünmezler.
Muâz İbni Cebel (ra) şöyle demiştir:
"Ben bir adım attığım zaman, ikinci bir adım daha atabileceğimi düşünmüyorum." Esved el-Habeşî, hep sağına ve soluna bakardı. Bunun sebebini soranlara da:
"Ben, ölüm meleğinin hangi taraftan geleceğine bakıyorum." derdi.
Bir sahâbi nasihat isteyince, Allah Rasûlü (sa) ona şöyle demiştir: "Veda eden bir yolcu gibi namaz kıl."
Yaşama ümidini kısa veya uzun tutmak, hem ahiretle ilgili amel ve ibadetleri, hem de dünya ile ilgili ilişkileri etkiler. Ümidini kısa tutan bir kimse, sınırladığı süre içinde ölürse hazırlıklı ölür; ölmezse bu hazırlığın sevinciyle yaşar ve yeni ameller hazırlar. Ümidini uzun tutan kimse ise, hazırlıkta gevşek davranır. Onun için, hayal ettiği süreden önce ölürse hazırlıksız gider, ölmezse ömrünü boşa harcamış olmanın pişmanlığını duyar ve hamlaştığı veya eski güç ve imkânları bulamadığı için bundan sonra da ciddî bir hazırlık yapmadan ölüp gider.
Kasr-ı emel sahibi olan bir kimse, nefis hesabına dünyadan bir şey beklemez. Bir beklentisi olmayınca da ibadeti tam bir ihlâs ile, devlet ve millet hizmetini de tam bir feragatle ifâ eder. Tûl-i emel sahibi olan kimse ise, nefis hesabına beklentisi bulunduğu için ne ibadetinde tam ihlâs, ne de hizmetinde tam feragat bulunabilir.
Bil ki, bir kimsenin uzakta iki kardeşi bulunsa ve kendisi bunlardan birinin gelişini yarın, diğerinin gelişini ise bir ay veya bir sene sonra beklese; elbette ki, şimdilik yarın gelecek olan kardeşi için hazırlık yapar. Çünkü bir olaya hazırlık yapmak, onun uzaklık ve yakınlık ölçüsüne göredir. Tıpkı bunun gibi, ölümünü bugün veya yarın bekleyen bir kimsenin hazırlığı, onu bir sene sonra bekleyen bir insanın hazırlığından üç yüz atmış kere daha fazla olur. Birinci kimse, sürenin daraldığını görür ve elini çabuk tutmak gerektiğine inanır. İkinci kimse ise, zamanın çabuk geçtiğini de unutarak aceleye gerek olmadığını düşünür. Allah Rasûlü (sa) şunları söylemiştir:
"Çoğu insanlar, iki nimette aldanırlar. Bu nimetler sağlık ve zamandır." (Buharî) Çünkü onlar, bu nimetleri kalıcı zannederler, bu yüzden de onlarla ahiret ameli hazırlamak için acele etmezler. Sonra, beklemedikleri bir anda bu nimetleri kaybederler.
"Siz ameli ertelediğiniz gelecekten ne bekliyorsunuz? Zenginlik mi? O ise nefsi şımartır. Fakirlik mi? O ise sersemlik verir. Hastalık mı? O dengeyi bozar. Yaşlılık mı? O el ve kolu bağlar. Ölüm mü? O her şeyin sonunu getirir." (Tirmizî)
"Menzile yetişmemekten korkan bir kimse yola erken çıkar. Haberiniz olsun ki, Allah Teâlâ’nın size satmak istediği cennet çok kıymetli ve çok pahalıdır." (Tirmizî) Ancak, Allah Teâlâ bizden onun tam fiyatını değil, gücümüz dahilinde olan bedeli istiyor. Bu bedel de ertelemeden ve savsaklamadan kendisine kulluk ve itâat etmektir.
"Ey mü’minler! Ölüm geliyor! O kimine saadet, kimine de felâket getirendir." (İbnu Ebid-Dünya) "Ölüm talan edici, ben ise, onun gelişini haber veren uyarıcıyım." (İbnu Ebid-Dünya)
Allah Rasûlü (sa): "Allah bir kimseye hidâyet vermek isterse, onun göğüs ve kalbini İslâm'a açar." (En'âm, 125) âyetini okumuş ve onu şöyle tefsir etmiştir:
"Allah Teâlâ bir kimsenin kalbini İslâm'a açarsa, o kimse geçici şeylerden uzaklaşır, kalıcı işlere yönelir ve gelmeden önce ölüme hazırlanır." (Hâkim, İbnu Ebid-Dünya)
Es-Suddî: "Allah, hanginizin daha güzel amel edeceğini ortaya çıkarmak için ölüm ve hayatı yarattı." (Mülk, 2) âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Güzel amel edebilmek için ölümü çokça düşünmek lâzımdır."
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Dünya işlerinde acele etmemek, ahiret işlerinde ise acele etmek hayırlıdır."
Hasan el-Basrî, vaazlarında şöyle derdi: "Acele edin, acele edin! Hayat birkaç nefesten ibarettir. Bunlar kesilirse, siz de ahiret amelinden kesilirsiniz. Allah Teâlâ o kimseye merhamet etsin ki, yaptıklarına bakar ve günahları için ağlar."
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz onlar için gün sayıyoruz." (Meryem, 84)
Bir halife, hutbesinde şöyle demiştir:
"Ey Allah’ın kulları! Gücünüz yettiği kadar takva kazanın. O kavim olun ki, talana gelen düşmanın yaklaştığını haber alınca uyanır ve tedbir alır. Bu düşman, gaflet hâlinde gelen ölümdür. Bilin ki, ölüm baskınının tehdidi altında olan bir yer ikamet yeri değildir. Bu yerde ancak bir ömür kadar kalıcılığınız vardır. Bir ömür ki, saatler onu azaltıyor, o ömür gerçekten az bir süredir. Bir ölüm ki, geceler ve gündüzler onu getiriyor, o ölüm gerçekten yakındır. Bir ahiret ki, ya kurtuluş, ya felâket getirir, ona en iyi şekilde hazırlanmak lâzımdır. Ömrünü aleyhine çevirenin vay hâline! Akıbeti hüsran olanın yazık bahtına! Allah Teâlâ, kıyâmet gününde af dileyen bazı kimselere şöyle diyecektir:
"Siz nefislerinizi şehvetler ve lezzetlerle fitneye uğrattınız. Tevbeyi ertelediniz. Ölümün geleceğinde şüphe ettiniz. Şeytan sizi aldattı. Ve bu hâliniz, ölüm gelinceye kadar devam etti." (Hadîd, 14)
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Sabırlı ve güçlü olmaya çalışın. Bütün ömrünüz birkaç günden ibarettir."
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Siz bu dünyada misafirlersiniz; eliniz altındaki şeyler de misafire verilen emanetlerdir. Misafir gider, emanet de sahibine iâde edilir."
Bil ki, ölüm sekerâtından maksat, ölüme yakın sürede çekilen şiddetli acılar ve sıkıntılardır. Bu acı ve sıkıntılar, akıl giderecek derecede şiddetli oldukları için onlara "sekerât" denilmiştir. Çünkü sekerât, sarhoşluklar demektir. Dünya hayatının sonu bu sekerâtı çekmektir. Bu da dünyanın insana verdiği zararlardan biridir. Dünyayı sevmemek için, sonunun bu türlü azaplarla bitmesi bile, yeterli bir sebeptir. Ancak bu azapların şiddeti de ölenin inanç ve ameliyle orantılıdır. Bu yüzden, inancı bozuk ve ameli kötü olan kimselerin sekerâtı çok daha şiddetli olur. Bu durum, müşahede ile sabit olan bir gerçektir. Öyleyse, sekerâtın şiddetinden sakınmak için de, günahlardan kaçınmak ve sâlih amel işlemek zorunluluğu vardır. Onun için, Lokman Hekîm oğluna şöyle nasihat etmiştir:
"Yavrum! Yaşarken sekerâtı unutma." Yaşarken sekerâtı unutmamak, oturup yas tutmak değil, sekerâtı arttırıcı günahlardan sakınmak ve onu hafifletici amelleri işlemektir. Allah Rasûlü (sa), duâlarında cehennem ateşinden ve kabir azabından Allah Teâlâ'ya sığındığı gibi, sekerât azabından da O'na sığınır ve, "Allah'ım! Ölüm sekerâtımı kolaylaştır." (Muttefekun aleyh) derdi.
Ölüm sekerâtı dünya musibetlerinden olduğu için, diğer musibetler gibi, o da ehl-i iman için günahlara kefaret ve sevapların artmasına vesiledir. Bu iki sebeple bazen iyi olan mü’minlerin de sekerâtı ağır olur. Ancak, bu sekerât onların çektikleri son sıkıntı ve son acıdır. Çünkü bununla günahlarından temizlenmiş ve sevaplarla donanmış ve zenginleşmiş bir hâlde ahiret âlemine göçerler.
Zeyd İbni Eslem şöyle demiştir:
"Mü’min için cennette bir derece takdir edilmiş ve kendisi yaptığı amellerle o dereceye ulaşamamışsa, sekerâtı ağırlaştırılır. Ta ki, bundan hasıl olan sevapla o dereceye ulaşsın. Kâfir de bir iyilik yapmış ve yaşarken onun karşılığını görmemişse, sekerâtı hafifletilir. Ta ki, iyiliğinin karşılığını görsün ve iyiliksiz olarak ölüp cehenneme gitsin."
Mü’minlerin sekerâtta çektikleri acı ve ağrı bütünüyle fizikseldir (bedene aittir). Kalb, ruh ve zihinleri ise, yaşadıkları süre boyunca bekledikleri olayın gerçekleşmekte olduğunu görmekten dolayı sevinçli ve neşelidirler. Çünkü gerçek mü’minler, her zaman ahirete gitmek arzu ve iştiyakıyla yaşarlar. Ölüm sekerâtı onlara bu arzu ve iştiyakın gerçekleşmek üzere olduğunu bildiren bir müjdedir. Bu müjdenin sevinci, onlara sekerâta dayanma güç ve kudretini kazandırır.
Dünyayı ahirete tercih etmiş ve nefsinin arzularını Allah Teâlâ’nın sevap ve rızasından üstün tutmuş kimseler için ise, sekerât elemi hem fiziksel, hem de ruhsaldır. Çünkü bunlar vücutlarıyla ağrı ve sancı çekerken, bir daha bulamayacakları bir hayattan kopmanın ve günahlarının sonucu olarak ahirette uğrayacakları azabın elem ve acısını da duyarlar.
Anî ölümler sekerâtsız gerçekleşirler. Bu sebeple, bu şekildeki ölümlerin acı ve ağrıları az olur. Bu ölümlerde sadece ruhun bedenden çekilmesi hâli yaşanır. Ancak bu şekilde ölmek, günah dökülmesine ve sevap kazanılmasına vesile olmadığı gibi, tevbe ve istiğfar yapılmasına da fırsat vermez. Bundan dolayı, bunlara ihtiyacı olanlar için bu şekilde ölmek iyi değildir.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Anî ölüm, hazırlıklı olan mü’minler için rahatlık, hazırlanmaya ihtiyacı olanlar için ise hasrettir." (Ahmed)
Bu kimseler, hazırlanmak fırsatı bulamadıkları için kabirlerinde hasret ve esef çekerler. Çünkü, bunlar sekerâtın sıkıntılarından kurtulurlar, fakat öbür tarafta bundan daha şiddetli olan azaplarla karşılaşırlar.
Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Kıyâmet gününde doksan çeşit azap vardır. Bu azaplardan her birisi ölüm sekerâtından yetmiş bin kere daha şiddetlidir." (İbnu Ebid-Dünya)
Sekerâtın son aşaması ruhun çekilmesidir. Bu olay, iyi olan kimseler için oldukça kolay, kötü olanlar için ise son derece zordur. Şöyle denilmiştir:
"İyilerin ruhu hamurdan kıl çekmek gibi, kötülerin ruhu ise diken ağacından tülbent çekmek gibi çekilir." Birinci olayda ruh yara ve bere almaz; ikinci olayda ise, delik deşik olmuş bir hâle gelir. Aldığı bu yara ve bereler kabir hayatı boyunca da ona azap çektirirler.
Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Ruhun çekilmesi, üç yüz kılıcın birlikte vurulması gibidir."
Hz. Ali (ra), cihadı teşvik ettiği bir konuşmasında şöyle demiştir: "Allah yolunda öldürülmezseniz, aynı ecel ile yatakta ölürsünüz. Allah'a yemin ederim, öldürülen kimse bir kılıç darbesi yerken, ölen kimse bin kılıç darbesini birlikte yemiş gibi acı çeker."
Şeddâd İbni Evs şöyle demiştir: "Ruhun çekilmesi testere ile biçilmekten ve bıçakla doğranmaktan daha fazla elem verir."
Ruhu çekilmekte olan bir adam, duyduğu ağrıyı şöyle ifade etmiştir: "Gökler üstüme çökmüştür; vücudum iğne deliğinden geçiyor."
Şöyle denilmiştir: "Ruhun çekilmesi diri bir hâlde kuşun yolunması ve koyunun yüzülmesi gibidir."
Kâ'b şöyle demiştir: "Ruhun çekilmesi olayında sanki her tarafı dikenli bir çubuk hastanın ağzından içine sokulur ve dikenli dallar onun damarlarına yayılırlar. Ondan sonra da kuvvetli bir adam bu çubuğu çekip çıkarır."
Ruhun çekilmesi sırasında ölüm meleği de görülür. Bu melek, ölenin inanç ve ameline göre ya munis veya müthiş bir suretle gelir. Hareketleri de suret ve şeklini tamamlar mahiyette ya merhametli ve yumuşak, ya da acımasız ve serttir. Rivayete göre İbrahim (as) ölüm meleğine:
"Bana kötü insanların ruhunu aldığın surette görün." demiş. Melek: "Sen bu sureti görmeye dayanamazsın." demiş. İbrahim (as) ısrar etmiş, bunun üzerine melek o surette görünmüş. İbrahim (as), bu korkunç sureti görünce düşüp bayılmış. Kendine gelince meleğe:
"Kötü insanlar için ceza olarak seni bu surette görmeleri yeterlidir." demiş ve bu sefer:
"Bana iyilerin ruhunu aldığın surette görün." demiş ve meleği bu son derece güzel surette görünce de :
"İyiler için mükâfat olarak seni bu surette görmeleri yeterlidir." demiştir.
Amel defterlerinin kapatıldığı son anda, ölenin amelini yazan iki melek de ona görünürler. Ölen iyi bir kimse ise, melekler ona, "Allah Teâlâ seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen bizi sâlih ameller yazmakla meşgul ve mutlu ettin." derler. O kötü bir kimse ise, melekler ona, "Allah Teâlâ seni şerle cezalandırsın. Sen bizi kötü şeyler ve günahlar yazmakla meşgul ve mutsuz ettin." derler.
Ruh çekilirken ölüye ahiretteki yeri de gösterilir. Allah Rasûlü (sa) şunları söylemiştir:
"Biriniz, nimet veya azap göreceğini öğrenmedikçe ve cennet ya da cehennemdeki yerini seyretmedikçe ölmez." (İbnu Ebid-Dünya)
"Ölüm anında mü’min Allah Teâlâ’nın rızası ve rahmetiyle, kâfir ise O'nun gazap ve azabıyla müjdelenir." (Muttefekun aleyh)
"Ölüm hâlindeki mü’min, varacağı yer kendisine gösterilince, ölüp Allah Teâlâ'ya mülaki olmak ister. Kâfir ise, varacağı yer kendisine gösterilince, ölüp Allah Teâlâ'ya mülaki olmayı istemez." (Muttefekun aleyh)
"Mü’min ölünce, rahmet melekleri ipekli elbiseler, güzel kokular ve çiçeklerle onu karşılarlar. Onun bu ikramla karşılandığını gören İblis, saçını başını yolup ağlar ve yanındaki şeytanlara, 'Siz bu adamla uğraşmadınız mı?’ diye çıkışır. Şeytanlar, 'Biz çok uğraştık. Fakat onu etkileyemedik.’ derler." (Nesâî, İbnu Ebid-Dünya)
Ölüm Anında Müstehab Olan İşler
Bil ki, ölüm anında çokça kelime-i şehâdet getirmek ve Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan etmek müstehabtır. Hastanın yanında olan kimselerin de ona kelime-i şehadeti telkin etmeleri ve Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğinden bahsetmeleri sünnettir. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur:
"Ölülerinize, 'Lâ ilâhe illallah' sözünü telkin edin."
"Lâ ilâhe illallah sözü, daha önceki günahları siler."
"Kim Allah'tan başka ilâh bulunmadığına inanarak (Bir rivayette, buna şâhidlik ederek) ölürse, cennete gider."
Ömer (ra) şöyle demiştir: "Ölenlerinizin yanında hazır olun ve onlara 'Lâ ilâhe illallah' sözünü telkin edin."
Ancak, bu telkini yaparken hastayı sıkmaktan ve bıktırmaktan sakınmak lâzımdır. Buna dikkat edilmediği takdirde, ona fayda yerine zarar verilebilir. Çünkü o, bıkar ve telkin edilen sözden nefret ederse imansız olarak gider.
Ölüm anında "Lâ ilâhe illallah (veya daha mükemmeli, eşhedu ella ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Rasûlüllah (veya Muhammeden abduhu ve Rasûlühu) sözünü söylemekten maksat, ölenin Allah Teâlâ’nın birliğine (ve Muhammed (sa)’ın O'nun hak elçisi olduğuna) dair imanını tazelemesi ve ölürken Allah Teâlâ'dan başka bir şey düşünmemesi, kalbinde sadece O'nun zikri, dilinde de O'nun ismi bulunmasıdır.
Daha önce de söylediğimiz gibi, yaşarken kalpte Allah Teâlâ korkusunun ümitten fazla olması müstehabtır. Artık korkunun bir işe yaramadığı son demde ise ümidin daha fazla olması iyidir. Çünkü son derece sıkıntılı bir hâlde olan hastanın şiddetle morale ihtiyacı vardır. Bu morali de ona ancak ümit temin edebilir. Ayrıca, bu demde ümit etmek, onun Allah Teâlâ'yı daha çok sevmesine vesile olur ve kendisine mülaki olmak cesaret ve isteğini kazandırır.
Allah Teâlâ bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Kulum beni nasıl bilirse, ben onun için öyleyim."
Hasta olan bir bedeviye: "Öleceksin." demişler.
Bedevî. "Ölünce beni kime götürürler?" diye sormuş.
"Allah Teâlâ'ya götürürler." demişler.
Bedevî: "Bütün iyiliklerin kendisinden geldiği Allah Teâlâ'ya götürülmekten niye korkayım ve buna neden üzüleyim." demiş.
(Hastayı sağ yanı üzerinde kıbleye doğru veya ayakları kıble tarafına gelecek şekilde sırt üstü yatırmak da müstehabtır.)
Şâfiîler "Şahidlik ederim ki, Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür." derken, Hanefîler, "Şahidlik ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür." derler.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın