º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
MAL SEVGİSİNİN KÖTÜLÜĞÜ VE CİMRİLİĞİN İLACI
Mal Sevgisinin Kötülüğü
Malın İyiliği
Malın Fayda ve Zararları
Kanâatin İyiliği, Hırsın Kötülüğü
Hırs ve Tamahı Gideren, Kanâat Kazandıran İlâç
Cömertliğin Fazileti
Cömertlerden Örnekler
Cimriliğin Kötülüğü
Îsâr’ın Fazileti
Cömertlik ve Cimriliğin Hakikatleri
Cimriliğin İlâcı
Maldaki Vazifeler
Zenginlik mi Fakirlik mi Üstündür?
Bil ki, dünyanın en büyük fitnelerinden birisi maldır. Çünkü malın yokluğu da, varlığı da kötülüklere sebeptir. Ancak, doğru kullanılması hâlinde onda pek çok faydalar da elde edilmesi mümkündür. Bundan dolayı, onu doğru kullanmayı bilmek, fayda ve zararlarını birbirinden ayırmak ve zararlarından sakınıp faydalarından yararlanmak lâzımdır. Bu konuları on dört fasılda açıklayacağız.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Mallarınız ve evladlarınız sizi oyalayıp Allah'ı zikretmekten (O'nu anmaktan ve O'na ibâdet ve itâat etmekten) alıkoymasın. Kim bunlarla oyalanırsa, onlar ziyan ve hüsrana uğrarlar."
"Mallarınız ve evladlarınız sizin için fitne ve imtihandırlar. Allah yanında (imtihanı kazananlar için) büyük mükâfat vardır." (Tegâbûn, 15)
"Kim dünya hayatını ve ziynetini amellerinin gayesi hâline getirirse, biz amellerinin karşılığını burada veririz ve hiç eksik bırakmayız. Ancak bu kimseler için ahirette ateşten başka bir şey yoktur." (Hûd, 15)
"İnsan kendisini zengin görünce azar. Halbuki o, servetinin zor olan hesabını vermek üzere Allah'a dönecektir." (Alak, 6, 7)
"Çokluğunuzla övünmek sizi oyaladı." (Tekâsur, 1)
Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir:
"Mal ve şöhret sevgisi kalpte nifak üretirler."
"Koyun sürüsüne salınan aç kurtlar, mal ve şöhret sevgisinin dine verdiği zararı vermezler." (Tirmizî, Nesaî)
"Malı hayırda sarf etmeyen zenginler helâk olmuşlardır." (Müttefekun aleyh)
"İnsanoğlu, ‘Malım! Malım!’ der. Halbuki onun malı, verdiği sadakalardan ve yaptığı hayırlardan ibarettir. Bundan ötesi ise miras olarak başkasına kalır." (Müslim)
"İnsanın üç dostu vardır. Bunlardan birisi ölümüne kadar onun yanındadır. Bu onun malıdır. Birisi kabre kadar onunla beraberdir. Bu onun aile fertleridir. Birisi de mahşere kadar onunla beraberdir. Bu onun amelidir." (Buharî, Müslim, Ahmed, Taberanî)
Bir adam, "Ya Rasûlullah! Bana ne oluyor, bir türlü ölümü sevemiyorum?" dedi. Allah Rasûlü (as) ona şunu söyledi: "Malını hayırda sarf edip ahirete gönder. O zaman ölümü seveceksin. Çünkü insanın malı nerede ise, kalbi de oradadır."
Havariler İsâ (as)'a, "Ey Allah’ın Nebisi! Sen su üzerinde yürüyorsun; biz neden yürüyemiyoruz?" dediler. İsâ (as) şu cevabı verdi: "Sizi mal sevgisi ağırlaştırmıştır. Bende ise bu sevgi ve bu ağırlık yoktur."
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Kendisiyle Allah Teâlâ'ya itâat etmeyi düşünmediğin ve şükrünü edâ etmekten âciz kaldığın bir malı toplama. Çünkü böyle bir mal, mahşerde sahibinin sırtında olacak ve ona çileler çektirecektir."
Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Kim parayı aziz ederse, Allah onu zelil eder."
İblis altın ve gümüşü öpüp başına koymuş ve şöyle demiştir: "Benim sadık kullarım sizi sevenlerdir."
Sumayt şöyle demiştir: "Altın ve gümüş, insanları cehenneme çeken zincir ve halatlardır."
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "Para akreptir. Ona karşı dikkatli olmayanı zehirleyip öldürür."
Alâ İbni Zeyyâd şöyle demiştir: "Dünya şekillenmiş olarak bana göründü. Ben, 'Senin şerrinden Allah'a sığınırım.’ dedim. Dünya, 'Benim şerrimden sığınırsan para sevgisinden sakın.’ dedi."
Şöyle denilmiştir: "Bir kimsenin yamalı cübbesine veya eskimiş sarığına bakmak suretiyle onun zâhid olduğuna hükmetme. Ona parayı göster. O zaman onun zâhid mi, yoksa dünya ehli mi olduğunu anlarsın."
Hz. Ömer (ra), Peygamberimizin hanımı Zeynep binti Cahş'a külliyetli miktarda para göndermişti. Zeynep (ra)’a parayı bir sergiye boşalttı ve avuçlarla dağıtıp bitirdi. Ondan sonra da şöyle duâ etti: "Allah'ım! Ben (bir kadın olarak) bu işin (mal dağıtma işinin) hakkından gelemiyorum. Bir daha beni bununla imtihan etme." dedi ve kısa bir müddet sonra hastalanıp vefat etti.
Ömer İbni Abdulaziz (ra) ağır hastalanmıştı. Ona, "Sen daha önceki sultan ve halîfelerin aksine, çocukların için mal ve servet bırakmadın." dediler. Ömer (ra) şu karşılığı verdi: "Ben çocuklarımın hak ettikleri bir malı ellerinden almadım, fakat hak etmedikleri bir malı da onlara vermedim. Benin çocuklarım Allah Teâlâ'ya itâat ederlerse, O kendilerine yetecektir. O'na itâat etmezlerse o zaman da ne hâlleri varsa görsünler."
Muhammed İbni Kâ'b el-Kurazi, çok olan malını hayır işinde sarf edip bitirdi. Ona, "Bu malı çocuklarına bıraksaydın, olmaz mıydı?" dediler. Kendisi şu cevabı verdi: "Ben malımı kendi âhiretim için harcadım. Çocuklarım için de Allah Teâlâ'yı bıraktım."
İbnu Abdi Rabbihi, malından yüz bin dirhem çıkarıp hayra sarf etti ve şöyle dedi: "Çocuklarımı dünya zengini edip kendimi ahiret fakiri yapmak istemem."
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir: "İnsan ölürken malından dolayı iki büyük musibete maruz kalır. Çünkü hem malı elinden alınır, hem de hesabı ona sorulur."
Bil ki, birçok şey gibi, mal da kendi kendine ne iyi, ne de kötüdür. Onun iyi veya kötü olması, insanın tutum ve yaklaşımına bağlıdır. Bu sebeple mal, Kur’ân-ı Kerim'de hem "fitne olmak" (Tegâbûn, 15) gibi isimlerle kötülenmiş, hem de "hayır" (Bakara, 180), "rahmet" (Kehf, 82) gibi isimler verilerek övülmüştür. Allah Teâlâ, kullarına minnet makamında da, "Allah size mal ve evlad vermiştir." (Nûh, 12) buyurmuştur. Bu da evlat gibi malın da hadd-i zatında nimet olduğunu, kötü olmadığını ifade eder. Zekât ve sadakanın maldan verilmesi, çeşitli hayır işlerinin ve hac gibi ibadetlerin mal ile yapılması da malın değerini ortaya koyar. Bu sebeple, Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Helâl mal, sâlih insan için ne iyidir!" (Taberanî)
Mal, hayra vesile olduğu zaman hayır, şerre yol açtığı zaman da şerdir. Bu itibarla, kötülenen mal ile övülen mal aynı şeyler değildir. Mal, ahiret için en yararlı hazırlık ve azıklardandır. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "En akıllı ve değerli insan, ahireti en çok düşünen ve onun için en çok hazırlık yapandır." (İbnu Ebid-Dünya)
Doğru bir çizgide sıralandıkları zaman mal vücuda, vücut ruha, ruh da ilim ve fazilete hizmet eder. Böylece mal, bu hayır zincirinin ilk ve önemli bir halkasını oluşturur.
Allah Teâlâ her ne yaratmışsa hayır için yaratmıştır. Bu sebeple, bir şeyin yaratılış gayesi bilinir ve o gayenin gerçekleştirilmesine çalışılırsa, hem o şeyden hayır doğar, hem de bu çalışma ibadet olur. Ancak nefis, çok şey gibi malı da gayesinin dışına taşırmak ister. İnsan da nefsinin emir ve arzusuna göre hareket ettiği takdirde, mal hayır olmaktan çıkar, şer hâline gelir. Bu durumda malın olmaması olmasından daha az şerdir. Az şer ise çok şerre göre nisbî hayırdır.
Bil ki, mal arı gibidir. Arının balı ve zehiri olduğu gibi, malın da fayda ve zararları vardır. Ahiret için yaşayan bir kimse, onun faydalarından yararlanıp zararlarından sakınır. Malın faydaları üç çeşittir.
Birincisi, malın ibadet etmeyi temin etmesidir.
Mal, doğrudan ve dolaylı olarak ibadet etme imkânını kazandırır. Onun doğrudan buna imkân kazandırmasının misâli hac ve cihad etmektir. Bilindiği gibi, bu ibâdetler ancak mal ile yapılabilirler. Bu sebeple, malı olmayan fakirler, bu önemli ibadetlerin sevabından mahrumdurlar. Dolaylı olarak bu imkânı kazandırmasının misâli ise, ibâdet etmeye güç bulmak niyetiyle yemek ve içmek için mal sarf etmektir. Çünkü insan, bu ve benzeri ihtiyaçlarını gidermedikçe ibadet etme güç ve takatini bulamaz. Bu durumda akıl ve fikri de dağınık olduğu için, yapabildiği ibadetten de zevk ve huzur bulamaz. Bir şeye vesile olanın o şeyin hükmünü alması kural olduğu için, ibadete vesile olan bu gibi işler de ibadet hükmünü alırlar. Ancak ibadet için gerekli olan miktar, kifayet miktarıdır. Kifayet miktarını aşan israf ise, bu hükme dâhil değildir. O, malın zarar kısmına dâhildir.
Bundan dolayı, malî durumunun da işinin ibadet olmasını isteyen Allah Rasûlü (as) şöyle duâ etmiştir:
"Allah'ım! Muhammed ailesinin rızkını kifayet miktarı ver." (Müttefekun aleyh)
İkincisi, onun (malın) sevap kazanmak maksadıyla başkasına sarf edilmesidir. Bu sarf da sadaka, mürüvvet, şerefi korumak ve hizmet ücreti şeklinde olmak üzere dört türlüdür.
Sadakanın sevabı malûmdur. O, Rabbin kızgınlığını gideren mühim bir ibadettir.
Mürüvvet (buna fütüvvet de denir), fakir olmayan dost ve tanıdıklara yemek ve hediye vermek, malî destekte bulunmak ve benzeri cömertlikler yapmaktır. İnsan, bu işlerle yeni dostlar edinir, mevcut dostlukları güçlendirir, haklı olarak sevgi ve saygı kazanır, cömertlik meziyetini ihyâ eder. Bu hususlar da sevap kazandıran dinî emir ve tavsiyelerdir. Nitekim Allah Rasûlü (as), birçok hadis-i şeriflerde hediye ve ziyafet vermeyi, yemek yedirmeyi ve bunlar gibi sevgi ve bağlılığı arttıran işleri emretmiş, sevaplarını bildirmiş ve yapanları övmüştür.
Şerefi korumak, hased veya ihtiyaçtan dolayı kişinin aleyhinde konuşan veya ona zarar vermeye çalışan düşük seviyedeki insanları mal verip razı etmek ve bu suretle onların elini ve dilini kesmektir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Kişinin, kendi şerefini korumak için verdiği mal, onun için sadaka olarak yazılır." (Ebu Ya'lâ) Bu malın sadaka olarak yazılması, birçok şer ve günahın onunla defedilir olmasından dolayıdır.
Hizmet ücreti ise, kişinin ilim, ibadet, tefekkür ve zikir gibi üst seviyedeki meşguliyetlere daha fazla vakit ayırmak, akıl ve kalbini bu işlere hasretmek için, günlük maddî hizmetlerini ücret karşılığında başkalarına yaptırmasıdır. Bu da malın faydalarındadır. Çünkü, fakir olan bir kimse, her işini bizzat kendisi yapmak zorunda olduğu için, zamanının çoğu bu işlerle geçer.
Üçüncüsü, kamu yararına olan işlerin yapılmasıdır. Mescid, medrese, köprü, hastahane, çeşme ve yol gibi kalıcı eserler bunun örnekleridir. Bu gibi hayır kurumları, sahiplerine ölümlerinden sonra da sevap kazandırır ve uzun müddet sâlih insanların kendilerine duâ etmelerine vesile olurlar.
Malın, kazandırdığı bu faydalardan başka, sahibini ele muhtaç olmaktan koruması, onu yoksulluğun acılarından ve ezikliğinden uzak tutması, kendisine şeref ve itibar kazandırması, dost ve ahbabını arttırması gibi şükredilmesi durumunda nimet olan diğer pek çok faydaları daha vardır.
Malın zararları da üç çeşittir.
Birincisi, günah işlemeyi kolaylaştırması, kalpte şehvetleri uyandırıp taşkınlık ve tuğyana yol açmasıdır. Fakirlik ve yokluk ise, günah işlemeyi zorlaştırır ve haram olan şehvetlerin çoğunu uykuya yatırır. Bu sebeple, "Günah işlemeye imkân bulamamak masumluktur." denilmiştir.
İnsan nefsi pusudadır. Bir fırsat ve imkân doğunca, hemen ortaya çıkıp onu kendi şehvetleri ve haram arzuları için kullanmak ister. Bu durumda nefsin isteğine uymak helâk olmaktır. Ona muhalefet etmek ise irade, sabır ve mücâdele ister. Halbuki, bu türlü fırsat ve imkânlar olmadığı zaman, nefis uykudadır, insan da onunla uğraşmak zorunda olmadığı için rahattır.
Mal, bu fırsat ve imkânları doğurarak insanın rahatlığını selp eder. Bundan dolayıdır ki, varlıkla imtihan edilmek, yoklukla imtihan edilmekten daha zordur. Çünkü yokluk, istek ve ihtiyaçları azaltır, varlık ise bunları arttırdıkça arttırır. Kaldı ki, yokluk hâlindeki istek, tabiî ve zarurî ihtiyaçlar içindir. Varlığın sebep olduğu istekler ise sun'î, fuzulî ve haram şehvetlere yöneliktir.
İkincisi, malın israfa yol açmasıdır. Fakirlik insanı ekonomik ve iktisatlı davranmaya mecbur ederken, mal varlığı onu israfa ve masrafta aşırılığa iter. Buna karşı koymak da, günah dürtüsüne karşı koymak gibi meşakkatli ve zor bir iştir. Ayrıca, mal varlığı sebebiyle israf yapanlar, giderek buna alışır ve onu vazgeçilmez bir huy ve bağımlılık hâline getirirler. Bu aşamadan sonra bu insanlar, helâl mal bulamaz veya bu mal onlara yetmezse ve hatta yetse bile, mal ve masraf sevgisi yüzünden, haram olan kazanç yollarına başvururlar; bu uğurda dinî ve ahlâkî değerleri feda ederler; para getirdiği zaman yalan söylemek ve hile yapmaktan, zulüm, husumet ve haksız rekabet etmekten de sakınmazlar.
Mal çokluğu yüzünden çok ve çeşitli insanlarla temas etmek ve ilişkide bulunmak mecburiyeti doğar. Bundan dolayı da kötülükler görmek ve bu kötülükleri benzer kötülüklerle defetmeye çalışmak gibi sıkıntılı ve sakıncalı durumlar ortaya çıkar. Kötü insanları görüp iyi insanları onlara kıyas etmek ve bu sebeple bunlar hakkında da su-i zan etmek yerine, yalnızca iyi insanları görmek ve herkes hakkında hüsn-i zan etmek hem dinin selâmeti, hem de kalbin huzuru bakımından daha iyidir.
Üçüncüsü mala hizmet yüzünden zikir ve ibadetten uzak kalmaktır. Zikir ve ibadetten uzak kalmak ise, ahiret hesabına zarar ve ziyandır. İsâ (as) şöyle demiştir:
"Malda üç âfet vardır. Bunlar malı haksız yerden almak, haksız yere harcamak ve onun ıslahı ile meşgul olurken kendini ıslah etmeyi ihmal etmektir."
Bu sebeple Allah Rasûlü (as) da şöyle buyurmuştur: "Altına kulluk eden helâk olmuştur. Gümüşe kulluk eden helâk olmuştur." (Buharî)
Malın fayda ve zararlarını karşılaştırınca ortaya şu sonuç çıkıyor: Malın azı yarar, çoğu zarardır. Ancak bu hüküm, çalışmamak veya az çalışmak anlamında değildir. Çünkü çalışmak ayrı, mal toplamak ve yığmak ayrıdır. İslâm dini mal yığmayı kötülemiş, fakat çalışmayı teşvik etmiştir. Bu sebeple, dinini seven ve ahiretini düşünen bir müslüman, helâl sınırlar içinde çalışır ve fakat muhtaç olmadığı bir malı elinde tutmayıp hayırda sarf eder. Çalışması da bunu yapmak içindir. Nitekim Allah Teâlâ, çalışıp kazandıkları mallarını hayır yolunda sarf edenleri bir çok âyette övmüş ve onlara göz kamaştırıcı mükâfatlar va'detmiştir.
Kanâatin İyiliği, Hırsın Kötülüğü
Bil ki, fakir olan bir kimsenin kanaatkar olması, halktan bir şey beklememesi, onların elindeki dünyalıklara göz ve gönül koymaması ve ne şekilde olduğuna aldırmaksızın kazanç elde etme hırsına kapılmaması lâzımdır. Gerekli olan bu hâl ise ancak yemek, içmek ve barınmak konularında zaruret miktarıyla kanaat etmek ve kendine bir günden, en çok da bir aydan fazla ömür biçmemekle mümkün olabilir. Bunlar yapılmadığı takdirde, insanda kaçınılmaz bir şekilde hırs ve tamah doğar; bu kötü huylar da onu dinen ve ahlâken kötü olan ve mürüvveti yıkan davranışlara iter.
İnsanda fıtrî olarak hırs, tamah ve kanaatsizliğin tohumları vardır. Bunun için Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"İnsan oğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünü de ister. İnsanı ancak kabir toprağı doyurur." (Müttefekun aleyh), "İnsan oğlu ihtiyarlar, fakat ondaki yaşama arzusu ve mal sevgisi daha da güçlenir." (Müttefekun aleyh)
Ancak fıtrattaki bazı tohumları ıslah etmek ve onların doğru olan yönlerini bulup o istikamette yetiştirmek lâzımdır. Onun için, hırs ve tamahı da gıpta ve çalışma gayreti hâline getirip ahiret işlerine yöneltmek gerekir. Dünya işleri için ise kanaatkârlık vasfı makbuldür. Onun için bu vasfı taşıyanlar övülmüşlerdir.
Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:
"Ne mutlu o insana ki, İslâm’a hidâyet edilmiş, geçimi kifayet miktarıdır ve kendisi buna kanaat eder." (Tirmizî, Nesaî)
"Nice zenginler kıyâmet gününde, dünyadaki mallarının kifayet miktarı olmuş olmasını temenni ederler." (İbnu Mâce)
"Zenginlik mal çokluğu değil, gönül tokluğudur." (Müttefekun aleyh)
"Haramdan sakın, insanların en çok ibadet edeni olursun; kanaatkar ol, insanların en çok şükredeni olursun; kendin için sevdiğin bir hayrı başkaları için de sev, mümin olursun." (İbnu Mâce)
"Namaz kılarken onu son namaz gibi kıl, özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme (ve böyle bir hareketi yapma) ve insanların elindeki şeylerden (onlara ait olan şeylerden) ümidini kes." (İbnu Mâce, Hâkim)
Allah Rasûlü (as), dünya için hırs duymanın gereksizliğini de belirterek şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Rızkınızı hırs ile aramayın! Çünkü bir insan, kendisi için ne yazılmışsa ancak onu bulabilir, onu da behemehal bulur." (Hâkim)
Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Tamahkârlık fakirlik, kanaatkârlık ise zenginliktir."
Bir hakîm şöyle demiştir: "Zenginlik az istek sahibi olmak ve kifayet miktarına rıza göstermektir.", "Sahip olduğun şeyle kanâat et, mutlu olursun."
Abdullah İbni Mes'ûd (ra) şöyle demiştir: "Sana yeten az bir şey, seni azdıran çok şeyden daha hayırlıdır." (Bu söz, hadis olarak da rivayet edilmiştir.)
Sufyân şöyle söylemiştir: "Kendisine mübtelâ olmadığınız (hırs derecesinde bağlanmadığınız) sürece, mal sahibi olmanız iyidir. Ona mübtelâ olduğunuz takdirde ise, onun elinizden çıkması iyidir."
Muhammed İbni Vâsih, kuru ekmeği su ile ıslatıp yer ve şöyle derdi: "Geçimi bu olanın dünya derdi ne olabilir?" Bir hakime, "Malın nedir?" diye sorulmuş, kendisi şu cevabı vermiştir: "Malım mala tamah duymamaktır."
Ey nefsine uyup dünya malını seven insan! Dünyanın bütün malı senin olsa, ondan ancak yiyeceğin kadar yararlanabilirsin. Bu duruma göre, Allah Teâlâ sana yiyeceğin miktarı verse, dünyanın geri kalanını ve onun ağır olan hesabını başkasının üzerine yıksa sana iyilik etmiş olmaz mı? Buna "evet" demekten başka cevap verilemediğine göre, kendi hâline razı ol ve Rabbine şükret.
Bir hakîm şöyle demiştir: "İnsanı en çok sevindiren şey, yaptığı sâlih ameldir. Onun hüznünü en çok gideren şey de, değişmez olan kadere rıza göstermesidir."
Bir başka hakîm şöyle demiştir: "Şaşılacak bir hâldir ki, haris insan dünyada ebedî olsa, şimdi ona karşı duyduğu hırsında bir artma olmayacaktır." Halbuki, bir şeyin çok kısa bir süreden ibaret olması ile ebedî olması arasında ne kadar çok fark vardır. İnsanın ona karşı tutumu da bu farka göre farklı olmalıdır. İnsanın buradaki temel hatası, sonsuz olan ahireti kazanmak için kendisine verilmiş olan sonsuz hırsı, sınırlı olan dünya için kullanmasıdır. Bir şâir şöyle demiştir:
Malın arttıkça hırsın artıyor
Ölüme inanmamış gibisin
"Yeter, razı oldum" diyeceğin
Bir son çizgi yok mu?
Hırs ve Tamahı Gideren, Kanâat Kazandıran İlâç
Bil ki, bu ilâç şu maddelerden oluşur.
1- Az tüketmek. Kanaat kazanmak ve onun huzurunu duymak, onun şerefini yaşamak için, nefsini az tüketmeye alıştırmak lâzımdır. Çünkü çok tüketen bir kimsenin aza kanaat etmesi mümkün değildir. Bu kimse, çok olan tüketimini karşılayabilmek için tabiî olarak hırs taşır, çok çalışır, helâl ve haramı karıştırır. Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:
"İktisatlı davranan bir kimse fakirlik çekmez." (Ahmed, Taberanî)
"İktisat geçimin yarısıdır." (Deylemî)
"Allah Teâlâ, her işte ölçülü davranmanızı sever." (Müttefekun aleyh)
"Üç şey kurtarıcıdırlar. Bunlar açık ve gizli hâllerde Allah Teâlâ'dan korkmak, zenginlik ve fakirlikte iktisatlı ve ölçülü davranmak, severken ve kızarken adâletli davranmaktır." (Beyhakî, Taberanî)
"İktisatlı olmak, temiz olmak, doğru olmak peygamberlerin sıfatlarındandır." (Ebu Dâvûd)
Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Tüketim ve harcamada ölçülü olmak akıllılığın işaretidir."
2- Mevcut ihtiyacı giderince, gelecekteki ihtiyaçları endişe konusu yapmamak. Bunun için de, ölümün ihtiyaçlardan evvel gelebileceğini, ölmeden evvel de bütün canlıların rızkının Allah Teâlâ'nın teahhüdü altında olduğunu düşünmek lâzımdır. Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Yerde ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı Allah’ın kefaleti altındadır. Allah, bunların durduğu ve dolaştığı yerleri de bilir." (Hûd, 6) Şeytan ise insanı Allah Teâlâ'nın bu teahhüt ve kefaletinde şüphe etmeye iter ve onu gelecekte fakirleşmek ve rızk bulamamakla korkutur. Kur’ân-ı Kerim'de bu husus şöyle bildirilmiştir:
"Şeytan size fakirlik va'deder ve sizi bununla kötülüklere sevk eder. Allah ise size mağfiret ve rızk va'deder. Allah zengin ve alimdir."
Allah Rasûlü (as) da şöyle buyurmuştur:
"Yaşadığınız sürece rızk konusunda ümitsizliğe düşmeyin. Görmez misiniz ki, çocuk dünyaya aç olarak gelir. Allah Teâlâ ona burada hazır olarak anne sütü içirir." (İbnu Hibban), "Rızk için endişe etme; onun tahsili için de hırslı olma. Senin için mukadder olan rızk, her şeye rağmen sana gelir. " (Ebu Nuaym)
Belli bir rızk kapısı kapandığı zaman, ümitsizliğe kapılıp yanlış işlere tevessül etmemek lâzımdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a karşı takva hâlini yaşarsa, Allah onun için bir çıkış yolu yaratır ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır. Kim Allah'a güvenip tevekkül ederse, Allah ona yeterlidir. Allah sözünü gerçekleştirir. Ancak O her şey için bir miat koymuştur." (Talâk, 2, 3)
Sufyân şöyle demiştir: "Ben, çaresiz kalan muttaki (takva sahibi) bir insana rastlamadım."
Ebu Hazim şöyle demiştir: "Dünyada iki türlü rızk vardır. Bunlardan birisi benim, diğeri de başkasınındır. Ne benim rızkımın başkasına geçmesi, ne de başkasının rızkının bana gelmesi mümkün değildir. O hâlde, rızk için hırs ve endişe duymam ne işe yarar?"
3- Hırs ve tamahta zillet, kanaatte ise izzet ve şeref bulunduğunu bilmek. Çünkü hırs ve tamah insanı başkalarına muhtaç eder. Başkalarına muhtaç olan ise onların önünde eğilir ve ezilir. Kanaat ise ihtiyacı ortadan kaldırır ve insana herkese karşı başı dik bir hâlde yaşama imkânını ve zevkini kazandırır. Bu gerçeği düşününce, insanda kanaat etme duygusu güçlenir ve kanaatkârlık zevkli bir iş hâline gelir. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Müminin izzeti insanlara muhtaç olmamasındadır." (Taberanî, Hâkim) Ve şöyle denilmiştir:
"Kime iyilik edersen ondan üstün olursun; karşı istiğna gösterirsen onunla eşit olursun; kime ihtiyacını arz edersen onun altına düşersin."
Kanaatte izzet, özgürlük ve bağımsızlık vardır. Kanaat sahibi insan, diğer insanlara karşı kişiliğini koruyabilir. Gerekirse onları eleştirebilir ve gerekirse, Allah için onlarla alâkasını kesebilir.
4- Hırs ve tamahın ahireti olmayan dünya ehlinin huyu, kanaatin ise peygamberlerin, sahâbilerin ve ahiret ehlinin ahlâkı olduğunu düşünmek. Bunu düşünen mümin, elbette ki, dünya ehline değil, ahiret ehline benzemek isteyecek ve onların huy ve ahlâkına sahip olmayı tercih edecektir. Hırs ve tamah, ilkel ve ibtidaî bir his olduğu için, insanın seviyesi düştükçe onun hırs ve tamahı artar ve bu his insanlıktan nasibi olmayanlarda ve tabiî hayvanlarda en a'zamî ölçüye varır.
5- İlim, amel ve fazilet kazanmanın mal toplamaktan daha hayırlı ve yararlı olduğuna inanmak. Mal, bir sürü olumsuzlukları ve sıkıntıları yanında, ancak bu dünya hayatının bazı sorunlarını hafifletici etki yapabilir. İlim, amel ve fazilet ise hem dünya hayatının, hem de ebedî hayatın büyük sorunlarını ortadan kaldırıcı etkiler yapar ve sonsuz faydalar ve rahatlıklar sağlarlar. Bunları bu şekilde karşılaştıran ve farklı sonuçlarını gören bir insan, her hâlde mala tamah etmek yerine ilim, amel ve fazilete tamah eder ve onları kazanmaya çalışır.
(Hisler, birbirinden farklı şeylerle tatmin olabilirler. Bu sebeple mal, servet ve devletle tatmin olan hırs ve tamah, aynı şekilde ve hatta daha zevkli bir şekilde ilim, ibadet ve hayra hizmetle de tatmin olurlar. Onun için, insandaki bütün hisleri doğru hedeflere yönlendirmek suretiyle onları faydalı hâle getirmek mümkündür. Semavî dinlerin ve bunların sonuncusu ve tekmilcisi olan İslâm’ın müşterek maksat ve hedefleri de insan fıtratını ve onun sahip olduğu his ve yetenekleri doğru ve hakikî hedeflerine yönlendirmektir. Bunların misyonu olan hidayet, doğruya yönlendirmek demektir. Fakat bu hidayet dindarlarda farklı ölçülerde makes bulur. Onun için, bazı dindarlar maddî ve manevî bütün varlıklarıyla hidayet bulurken, bazıları sadece namazlarda yüzlerini kıbleye çevirmekle yetinirler. Bunların Allah Teâlâ yanındaki itibarları ve ahiretteki durumları da buna göre farklı ölçülerde olacaktır.)
6- Kanaatle yaşamanın hesabının az ve hafif olduğunu, buna mukabil israf ve büyük tüketimlerin hesabının çok ve ağır olduğunu akılda tutmak. Allah Rasûlü (as), "Hesabı uzun olan azap çeker." buyurmuş ve hesabı kısa olan veya hiç hesabı olmayan fakirlerin gelir ve giderlerinin uzun olan hesabını vermek zorunda olan zenginlerden beş yüz sene önce cennete gittiklerini bildirmiştir.
7- Kendinden yukarıdakilere değil, aşağıdakilere bakmak. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz, Allah Teâlâ’nın kendisinden üstün kıldığı birini görünce, kendisinden aşağıda olanları da görsün." (Müttefekun aleyh) Bunu yapmak, insana kanaat kazandırır ve onun kendi hâline razı olup sahip olduğu nimetleri görmesine ve bunlardan dolayı içten gelen bir minnet ve memnuniyet duygusuyla Allah Teâlâ'ya şükretmesine vesile olur.
Fakir bir sahâbi olan Ebu Zer (ra) şöyle demiştir:
"Allah Rasûlü (as) bana, kendimden yukarıda olanlara değil, aşağıda olanlara bakmamı tavsiye etti." Ancak bu, dünya işleri için böyledir. Ahiret işlerinde ise kendinden yukarıdakilere bakmak ve herkesin önünde olmaya çalışmak tavsiye ve emredilmiştir. Allah Teâlâ, "Rabbinizin mağfiretini ve cenneti kazanmak yolunda yarışın." (Hadid, 21) buyurmuş ve müminlerin şu duayı yapmalarını tavsiye etmiştir: "Bizi muttakilere öncü, örnek ve imam yap." (Furkan, 74)
Ahiret ebedî ve onun nimetleri değerli ve dereceleri çok farklı olduğu için, bunları kazanmak ve en ileri dereceye ulaşmak yolunda himmeti uyandıran, gayreti kamçılayan ve çalışma gücünü arttıran hırs ve tamah güzeldir. Ahiret sonsuz olduğu için, ona karşı doyumsuz olmak münasiptir. Cirit oynamak büyük meydanlar, at koşturmak uzun yollar içindir. Bunlar dar sokaklar ve evle ahır arasındaki kısa mesafeler için değildir. Bunun gibi, yüksek himmetler ve sonsuz doyumsuzluklar da ahiretin yüksek makamlarını kazanmak yönünde kullanılmalıdır. Ancak gafil insanlar, şeytanın vesvese ve iğfaline uyarak ahirete karşı kullanılması gereken bu duyguları dünyaya karşı kullanır. Bu yüzden de, bu kimseler dünya işlerinde kendilerinden yukarıda ve önde olanlara, ahiret işlerinde ise kendilerinden aşağıda ve daha arkada olanlara bakarlar. Bu hâl, doğru olan ölçüyü ters çevirmektir. Ölçü ters çevrilince de, kırk elli senelik fâni dünyaya karşı sonsuz bir hırs ve tamah, zaman kavramının ortadan kalktığı ebedî ahirete karşı ise kanaat ve zühd durumu ortaya çıkar.
Fakat, buraya kadar zikredilen maddelerde geçen hususlara uyulduğu takdirde, dünyaya karşı hırs ve tamah azalır, buna mukabil kanaat duygusu güçlenir. Kanaatin hakikati ise nefsin arzularına karşı sabretmektir. Bu sabrın süresi az, sevabı ise çoktur. Bu, tıpkı hastalıklara karşı acı bir ilaç içmek gibidir. Bunun da karşılığı şifa ve sağlık bulmaktır. Allah Teâlâ’nın dünya için takdir buyurduğu değişmez, kurala göre, zorluklar kolaylıkları, kolaylıklar da zorlukları doğururlar. (İnşirah, 5-6)
Bil ki, kişi fakirse, onun için gerekli olan kanaat etmek ve yokluğu hoş görmektir; mal sahibi ise ona yakışan cömert olmak, malî iyilikler yapmak, başkalarını malından faydalandırmaktır. Cömertlik de kanaat gibi peygamberlerin ahlâkındandır. Onlar darlıkta kanaat, varlıkta ise cömertlik etmişlerdir. Allah Rasûlü (as) şunları söylemiştir:
"Bu dinin süsü cömertlik ve güzel ahlâktır. Dininizi bunlarla süsleyin." (Darekutnî), "Allah Teâlâ, ancak cömertlik ve güzel ahlâk sahibi olanları dost edinir." (Darekutnî)
"En efdal ameller sabır, cömertlik ve güzel ahlâktır." (Beyhakî)
"Yemek yedirmek, herkese selâm vermek ve yumuşak konuşmak mağfireti gerektiren amellerdir." (Taberanî)
"Cömert olan kimselerin kusurlarını görmezlikten gelin." (Harâitî)
"Allah Teâlâ cömerttir, cömertliği ve üstün ahlâkı sever; düşük ahlâktan ise ikrah eder." (Harâitî, Taberanî, Beyhakî, Hâkim)
"Allah Teâlâ bir kuluna mal verdiği zaman, o bundan diğerlerini yararlandırmazsa, ondan alıp başkasına verir." (Taberanî)
"Cömerdin yemeği şifâ, cimrinin yemeği ise hastalıktır." (İbnu Adiyy, Darekutnî)
"Cömert insan Allah'a yakın, insanlara yakın ve cennete yakındır. Cimri olan ise Allah'tan uzak, insanlardan uzak ve cennetten uzaktır." (Tirmizî)
"Herkese iyilik et. Bazıları iyilik edilmeye lâyık olmasalar da, sen iyilik etmeye lâyık olmaya çalış." (Darekutnî)
"Her türlü iyilik sadakadır." (Müttefekun aleyh)
"Allah Teâlâ, sıkıntıda ve darda olanların yardımına koşulmasından hoşlanır." (Darekutnî)
Enes (ra) şöyle demiştir:
"Allah Rasûlü (as) sonsuz derecede cömertti. O, elinde olan her hangi bir malı isteyenlerden esirgemezdi." Hz. Ali (ra) şöyle demiştir:
"Dünya sana yöneldiği zaman cömertlik et. Çünkü bu durumda cömertlik etmek sana bir şey kaybettirmez. O senden yüz çevirdiği zaman da cömertlik et. Çünkü bu durumda da cimrilik etmek sana bir şey kazandırmaz. Fakat iki hâlde de cömertlik sana övgü ve sevap kazandırır."
İbnus-Semmâk şöyle demiştir: "Köleleri satın almak için çok mal verdikleri hâlde, hürleri satın almak için (minnet altına alıp kalplerini kazanmak için) az mal vermeyenlere şaşılır." Bir bedeviye, "Sizin büyüğünüz kimdir?" diye sormuşlar, kendisi şöyle demiştir:
"Bizim büyüğümüz sövmelerimize tahammül eden, isteyenlere malını veren ve cahilliğimizi hoş görenimizdir."
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Cömertlik, malı Allah yolunda vermektir. İsraf ise, onu şöhret ve riya için harcamaktır."
Ali İbni Hüseyin (Zeynul-Âbidîn) şöyle demiştir: "İstek ve talep üzerine vermek cömertlik değildir. Cömertlik, istek olmadan vermektir."
Cafer es-Sadık şöyle demiştir: "Ne akıl gibi nimet, ne de cehâlet gibi musibet vardır. Şunu da bilin ki, Allah Teâlâ cömert ve âlicenaptır. O, cimri ve düşük ahlâklı kimseleri kendine yakın tutmaz."
Bir hekime, "En çok kimleri seversin?" diye sormuşlar, kendisi: "En çok, bana en çok iyilik yapan insanlarla benim en çok iyilik yaptığım insanları severim." demiştir.
Sufyân İbni Uyeyne şöyle demiştir: "Elin mala varmıyorsa, hiç olmazsa müslüman kardeşlerin için duâ et."
Telkin ve terbiyede fiilî örnekler, mücerret (soyut) bilgilerden ve kuru sözlerden daha fazla etki yaparlar. Onun için, insanlar tarafından benimsenmesi istenen fikir ve görüşlerin onların gözleri önünde temsil edilmesi ve fiil hâline getirilmesinde büyük yarar ve hatta bazen zaruret vardır. Bu sebeple, Allah Teâlâ kendi dinini vahyettiği peygamberlere sadece tebliğ görevi vermemiş, aynı zamanda temsil etme ve yaşayıp örneklendirme görevi de vermiştir.
Onun için Kur’ân-ı Kerim'de, "Peygamberler, Allah’ın hidayet ettiği (doğruya yönlendirdiği, gerçeğe ulaştırdığı) kimselerdir. Onların örneğine uy!" (En'âm, 90), "Allah’ın Rasûlü sizin için güzel örnektir." (Ahzâb, 21) buyurulmuştur.
Hz. Aişe (ra)’a, peygamberimizin ahlâk ve yaşayışını soranlara, "Onun ahlâk ve yaşayışı Kur'ân'ı (yani, İslâm dinini) temsil etmekten ve örneklendirmekten ibaretti." demiştir.
Bu yararından dolayı, kitabın bu yerinde, cömertlik ve cömertlerden bahsetmişken cömertlerle ilgili birkaç yaşanmış örnek zikredeceğiz.
* Hz. Muaviye (ra), Hz. Aişe'ye yüz seksen bin dirhem para göndermişti. (Bu olayın geçtiği dönemde bir koyunun değeri dört veya beş dirhemdi.) Hz. Aişe (ra)’a bir tabak alıp onunla bu büyük parayı fakir, muhtaç ve tanıdıklara dağıttı. Ondan sonra akşam olunca hizmetçi hanıma, "Bize bir iftarlık getir." dedi. Hizmetçi hanım, onun her zamanki yemeği olan ekmekle zeytinyağını getirip bıraktı ve ona, "Dağıttığın bu kadar paradan bir dirhem bıraksaydın da onunla kendimize et alsaydık olmaz mıydı?" dedi. Hz. Aişe (ra)’a, "Bu hiç aklıma gelmedi. Aklıma gelseydi olurdu tabiî." diye karşılık verdi.
* Bir adam Hasan İbni Âli’den malî yardım istedi. Hz. Hasan (ra) ona şöyle dedi: "İstemenin hakkı ve bunun karşı tarafa yüklediği sorumluluk büyüktür. Ayrıca, Allah için yapılan bir şey çok da olsa azdır. Onun için ben mevcut olan malımı sana vereyim de, sen bunun azlığını bağışla." dedi ve kâhyasını çağırıp ne kadar parası varsa getirip adama vermesini emretti. Kâhya, Hasan'ın mevcut parası olan elli bin dirhem ve beş yüz altını getirip adama verdi. Adam, bu kadar parayı taşımakta zorluk çekince de, Hasan ona bir hamal tuttu. Adam gittikten sonra, kâhya Hz. Hasan'a, "Bundan sonra parasız ne edeceğiz?" dedi. Hz. Hasan (ra), "Ne edersek edelim. Hiç bir mazeret bu büyük sevabı kaçırmayı meşrulaştırmazdı." dedi.
* Bazıları Abdullah İbni Abbas'a, "Bir komşumuz kızını evlendiriyor, fakat bunun için masraf yapacak parası yoktur." dediler. Abdullah (ra), altı kese altın verip, "Bunu kendisine verin." dedi.
* Mısırda kıtlık ve pahalılık olmuştu. Halkın hâlini gören Abdulhamid İbni Said şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim, bu olay münasebetiyle şeytanın düşmanı olduğumu gösterecek ve onu kahredeceğim." dedi . Ondan sonra da eş ve kızlarının bütün süs ve ziynetlerini onlardan alıp muhtaçlara ve isteyenlere dağıttı. Bu şeylerin değeri o günün fiyatıyla beş yüz milyon dirhemdi. Bir koyunun dört, beş dirheme alındığı bir dönemde bu kadar mal, küçümsenebilecek bir servet değildir.
* Ebu Mersed tanınmış cömertlerdendi. Bir adam ondan malî yardım istedi. Fakat o sırada elinde mal yoktu. Bu sebeple adama şunu söyledi: "Git, kadı yanında aleyhimde bin dirhem borç davası aç. Ben de onu kabul edeceğim. Kadı borcu ödemek için beni hapse attıracak, akrabalarım da beni hapisten çıkarmak için o parayı sana vereceklerdir."
* Bir adam Maan İbni Zâide'den yardım istemek için, kendisine şu pusulayı yazıp gönderdi: "Ey Maan’nın cömertliği! İhtiyacımı ona ilet. Senden başka da şefaatçim yoktur." Maan, bu pusulayı alıp okuyunca adamı çağırıp birinci gün ona on kese dirhem verdi, ikinci gün yüz bin dirhem verdi, üçüncü gün, "Madem ki, sen ihtiyacını bana ilettin, elimdeki bütün altın ve gümüşleri sana vermek benim üzerimde bir hak oldu." dedi ve ona kalan servetini de vermek istedi. Fakat adam daha fazlasını almadı."
* Hasan, Hüseyin ve Abdullah İbni Cafer, hacca giderken yolda yaşlı bir kadının çadırına girmiş ve ondan içecek bir şey istemişler. Kadın, bir tas alıp süt sağmış ve getirip onlara ikram etmiş. Bundan memnun kalan bu üç zat kadına, "Medine'ye gelirsen bizi gör." demişler. Bir sene sonra kadın, daha da fakirleşmiş bir hâlde Medine'ye gitmiş ve bu zatları aramış. Önce Hz. Hasan'ı görmüş. Hz. Hasan kadını ağırlamış ve ona bin koyun ve bin altın vermiş. Hz. Hüseyin de abisine uyarak bin koyun ve bin altın vermiş. Abdullah ise, bunların verdiklerinin toplamı olan iki bin koyun ve iki bin altın vermiş. Böylece kadın, bu üç zatın bir tas süt ikramına karşılık olarak verdikleri dört bin koyun ve dört bin dirhemle çadırına geri dönmüştür.
* Abdullah İbni Âmir İbni Kureyz, mescitten çıkıp evine gidiyordu. Biraz yaşlı olduğu için genç bir delikanlı koluna girip ona yardımcı olmak istedi. Abdullah, gencin bu terbiyesinden çok hoşlandı ve onu evine davet etti. Eve gittiklerinde de çıkarıp ona bin altın verdi ve şöyle dedi: "Seni büyütenler sana güzel terbiye vermişlerdir. Bu parayı al ve güle güle harca."
* Kureyş ailesinden bir zat ticaret yolculuğundan dönerken, yol kenarında oturmuş bir fakir ona, "Ey falan! Zamana karşı bana yardım et." dedi. Bu zat, kölesine dönüp, "Nakit paramız ne varsa buna ver!" dedi. Köle, dört bin dirhem olan parayı fakirin kucağına döktü. Fakir, bu inanılmaz parayı görünce ağladı. Kureyşli zat, "Niye ağlıyorsun, az mı verdik?" deyince de, "Hayır! Toprağın bir gün senin gibi bir cevheri de yutacağına üzüldüm." dedi.
* Abdullah İbni Amir, Hâlid İbni Ukbe'nin evini doksan bin dirhemle satın almıştı. Akşam olunca, evden ağlama sesi duydu ve onun ne olduğunu sordu. "Hâlid’in çocuklarıdır, satılan evlerine ağlıyorlar." denildi. Bunun üzerine Abdullah, "Onlara haber verin, ev de, verdiğim para da onlara olsun."dedi.
* Bir adam, Leys İbni Sa'd'tan biraz bal istedi. Leys, ona bir tulum dolusu verdi. Adam gittikten sonra hizmetçi, "Adam az bir miktar istemişti." deyince de, Leys, "O ihtiyacı kadar istedi. Biz de cömertliğimiz kadar verdik." diye karşılık verdi.
* A’meş şunu anlatmıştır: "Bizim bir koyunumuz vardı. Çocuklar onun sütüyle beslenirlerdi. Bir ara koyun hastalandı ve sütten kesildi. Bunu duyan Hayseme İbni Abdurrahman, koyun iyileşip tekrar süt vermeye başlayıncaya kadar her gün bir bahane ile evimize geldi ve bize farkettirmeden minderin altına birkaç altın bıraktı. Koyun düzeldiğinde bu altınların yekûnu üç yüzü aşmıştı."
* Kays İbni Sa'd İbni Ubade'nin ziyaretçileri azalmıştı. Kendisi bunun sebebini sordu. "Arkadaşların, kendilerine verdiğin borçları ödeyemedikleri için sana gelmekten hicap duyuyorlar." denildi. Bunun üzerine Kays, şöyle dedi: "Arkadaşlarımı benden koparan paranın ne hayrı vardır? Kendilerine bildirin, ben hepsinin borcunu sildim."
* Ebu İshak şunu söylemiştir: "Bir sabah namazını Eş'as’ın kendi adına yaptırdığı mescitte kıldım. Cemaat dağılmak üzere iken bazı adamlar her birinin önüne bir kat elbise ve bir çift ayakkabı bıraktılar. Ben, fakir olmadığımı söyleyince de adamlar, "Bu şeyler sadaka değil, hediyedirler. Eş'as, kendi mescidinde namaz kılıp kendisine sevap kazandıranlara her sabah bu ikramı yapıyor." dediler.
* Abbâd el-Mühellebî, o güne kadar kazanmış olduğu yüz bin dirhemi bir ihtiyaç anında sadaka edip elinden çıkardı. Bu yaptığını fazla bulanlara da şöyle dedi: "Malı hayır yolunda harcamaktan çekinmek, Allah Teâlâ’nın rızk verici olduğunda şüphe etmektir."
* İmam Şafiî vefat ettiği zaman yetmiş bin dirhem borç bırakmış ve bunun ödenmesini vasiyet etmişti. Kendisini sevenlerden bir zat durumu öğrenince, henüz cenaze yerde iken o miktar parayı getirip sahiplerine verdi. Vaiz Ebu Said el-Harkuşî şunu anlatmıştır: "Ben Mısır'a gidince, bu zatın ailesini soruşturdum ve onun hayatta olan torunlarıyla görüştüm. Bunlarda da cömertlik huyu ve salahat (sâlih olma) hâli vardı. Kendi kendime, "Dedelerinin âlicenaplığı bunlara da geçmiştir." diye düşündüm.
* İmam Şafiî (ra) da cömertlikte meşhurdu. Bir şiirinde, istediği şekilde cömertlik edememekten şöyle yakınmıştır:
"Gönlüm çok cömertlik yapmamı istiyor
Fakat malımın azlığı buna engel oluyor
Gönlüm cimriliğe razı olmuyor
Yokluk ise istediğimi yapmama mâni oluyor
Mürüvvet sahibi muhtaçlara yardım edememek beni yakıyor
Yokluğu mazeret gibi göstermek de beni başka türlü eziyor."
* Rabî' İbni Süleyman şunu anlatmıştır: "İmam Şafiî (ra) ata binerken bir genç üzengisini tuttu. İmam, at üstünde doğrulunca bana, 'Bu gence sendeki paramı ver.’ dedi. Ben de, onun yegâne harçlığı olan dört altını gence verdim."
El-Humeydî şunu söylemiştir: "İmam Şafiî genç iken bir müddet San'a'da çalışmış ve on bin altına sahip olmuştu. Memleketi olan Mekke'ye dönünce, şehir dışında bir çadır kurmuş ve şehirdeki muhtaçlara haber göndermişti. Bunlar gelince de bütün parasını onlara dağıtmış ve evine meteliksiz dönmüştü."
* Ebu Sevr şöyle demiştir: "İmam Şafiî (ra) cömert olduğu için elinde para durmazdı. Bir defa yine bir miktar para kazanmıştı. Ben kendisine, 'Bununla seni ve çocuklarını geçindirecek bir gayr-i menkul al' dedim. Daha sonra görüştüğümüzde o parayı ne yaptığını sordum. Mina’da hacıların konaklaması için bir yer alıp vakfettim.’ dedi."
* Bir adam, bir dostunun kapısını çaldı. Dostu, onu içeri aldı ve ziyaret sebebini sordu. Adam, sıkıntıda olduğunu ve büyük bir paraya ihtiyaç duyduğunu söyledi. Dostu, gülerek bu parayı getirip ona verdi. Adam gittikten sonra da oturup ağladı. Hanımı bu hâline hayret ederek, "Sen para için ağlayanlardan değildin. Fakat madem ki, bu kadar parayı vermek sana zor gelmiştir, niye verdin?" dedi. Adam, göz yaşlarını silip şunu söyledi: "Hanım, hanım! Ben, parayı verdiğime değil, dostumu bunu istemek durumunda bıraktığıma ağlıyorum."
Bazı lügatçiler, cömertlik istek üzerine vermek, kerem ise istenmeden vermektir, demişlerdir. Allah Teâlâ'da, kullarının çoğu ihtiyaçlarını onlar istemeden verdiği gibi, "Kerîm (Kerem Sahibi)" ismini almıştır.
Cimrilik, cömertliğin karşıtıdır. Bu sebeple, cömertlik ne kadar iyiyse, cimrilik de o kadar kötüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa iflâh olur." (Tegâbûn, 16)
"Eli boynuna bağlanmış bir cimri olma." (İsrâ, 29)
"Kim cimrilik ederse, kendi zararına cimrilik etmiş olur. Allah zengin, sizler fakirsiniz." (Muhammed, 38)
"Allah’ın kendi cömertliğinden verdiği malda cimrilik edenler, bunun kendileri için hayır olduğunu zannetmesinler. Bu, kendileri için şerdir." (Âl-i İmran, 180)
"Cimrilik eden ve başkalarına da cimriliği telkin edenler ve Allah’ın kendi cömertliğinden verdiği mal ve nimeti gizleyenleri Allah sevmez. O bunlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Nisa, 37)
Allah Rasûlü (as) da şunları söylemiştir: "Cimri, minnet edici, hilekâr, hâin, zorba ve kötü ahlâklı kimseler cennete gitmezler." (Ahmed, Tirmizî, İbnu Mâce)
"Allah Teâlâ, cimri ve yaptığı iyiliği başa vuran kimselere buğz eder." (Tirmizî, Nesaî)
"İki haslet vardır ki, bunlar gerçekten iman etmiş bir kimsede bulunmazlar. Bu hasletler cimrilik ve kötü huydur." (Tirmizî)
"Allah'ım! Cimrilikten, korkaklıktan ve kötü bir hâle düşmekten sana sığınırım." (Buharî)
"Mala düşkünlükten sakının. Çünkü sizden evvelki milletler mal düşkünlüğü yüzünden helâk olmuşlardır. Mal düşkünlüğü onları cimri etmiş, onlara akrabalık, dindarlık ve insanlık bağlarını kopartmış, onları zulmetmeye sevk etmiş ve onlara kan döktürmüştür." (Müslim, Ebu Dâvûd, Nesaî, İbnu Hibban, Hâkim)
"Üç şey helâk edicidirler. Bunlar mal düşkünlüğü, nefse uymak ve kendini beğenmektir." (Geçti)
Bir adam ölmüştü. Birisi ona hitaben, "Sen cennete gittin; cennet sana helâl olsun." dedi. Allah Rasûlü (as) bu sözün sahibine şunu söyledi: "Onun cennete gittiğini nereden bilirsin? Muhtemeldir ki, o kendisini ilgilendirmeyen şeyler konuşmuş veya kendisi için fazla olan malda cimrilik etmiştir." (Tirmizî)
Cübeyr İbni Mut'im (ra) şunu anlatmıştır: Allah Rasûlü ile birlikte Hayber fethinden dönüyorduk. Bir yerde bedeviler onun etrafını sardılar ve isteklerde bulundular. Onların telaşını gören Allah Rasûlü (as) şöyle buyurdu: "Sakin olun. Allah'a yemin ederim, bu koruluktaki ağaç yaprakları kadar malım olsa, hepsini size dağıtırım ve siz hiçbir zaman beni cimri, yalancı ve korkak göremezsiniz." (Buharî)
Allah "Rasûlü (as), Benu Lihyân heyetine, "Sizin kabilenin büyüğü kimdir?" diye sordu. Heyet, "Büyüğümüz Cedd İbni Kays'tır. Fakat biraz cimri bir adamdır." dediler. Allah Rasûlü (as), "Öyleyse, sizin büyüğünüz Bişr İbnul-Berâ olsun." buyurdu. (Hâkim) Bu o demektir ki, büyüklüğün bir vasfı ve hatta şartı cömert olmaktır. Bundandır ki, büyüklerin büyüğü olan Allah Teâlâ çok cömerttir. O'ndan sonra da O'nun Rasûlü cömerttir.
Abdullah İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ cenneti yaratınca onun güzelliklerine baktı ve ona, 'Konuş!’ dedi. Cennet, 'Bende yaşayacak olanlara ne mutlu!’ dedi. Allah Teâlâ: 'Yemin ederim, cimri insanları sende yaşatmayacağım.’ dedi."
Muhammed İbni Munkedir şunu söylemiştir: "Allah Teâlâ bir toplumdan razı değilse, onların kötülerini başlarına geçirir ve malı cimrilerine verir."
Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Kaskatı bir zaman gelecektir. O zamanda zenginler, mallarını dişleriyle tutacaklardır. Halbuki Allah Teâlâ, 'Aranızda cömert davranmayı unutmayın.’ buyurmuştur." (Bakara, 137)
Hz. Ali (ra), cömert insanı şöyle tarif etmiştir: "Cömert insan, başkasındaki hakkını tam olarak almayan kimsedir."
Kâ'b şöyle demiştir: "Her sabah iki melek şöyle dua ederler: 'Allah'ım! Cimrinin malını telef et; cömerdin malını arttır."
Allah Rasûlü’nün yanında bir adamı medhedip onun gündüzleri oruç tuttuğunu, geceleri de namaz kıldığını söylediler. Ancak, 'Biraz cimridir.’ dediler. Onları dinleyen Allah Rasûlü (as), "Adam cimri ise onun nesini medhediyorsunuz?!" dedi. (Geçti)
Yahya İbni Muâz şöyle demiştir:
"İnsan kalbi, başka yönleriyle iyi olup olmadığına bakmadan cömert insanı sever ve yine başka yönleriyle kötü olup olmadığına bakmadan cimri insana da buğz eder." Bu his, kalbe yerleştirilen fıtrattır. Fıtrat ise, Allah Teâlâ’nın muradına uygundur.
Bil ki, cömertliğin en üstün şekli îsâr'dır. Îsâr, kendi kişisel ihtiyacı bulunmasına rağmen, malını başkasına vermek veya onun ihtiyacı için sarf etmektir. Allah Teâlâ, Medineli ashâbın bu güzel huyunu sevmiş, onları bu huyla övmüş ve iflah olduklarını bildirmiştir. İlgili âyet şöyledir:
"Mekke'den gelenlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve kalplerini imana yurt etmiş olanlar (Ensâr), kendilerine muhacir olarak gelenleri seviyorlar, bunlara verilen ganimet ve diğer yardımlardan dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymuyorlar ve kendileri ihtiyaç durumunda bulunsalar bile bunları kendilerine tercih ediyorlar. Nefsinin cimrilik ve mal düşkünlüğünden kurtulanlar iflah olmuşlardır." (Haşr, 9) Sözü edilen Medineli Ensâr'ın îsâr huyunda vardıkları dereceyi anlamak için bir iki misâl vermekte yarar vardır.
Bir gün Allah Rasûlü’nün mescidine bir garip gelmişti. Akşam olunca bir sahâbi onu yemeğe götürdü. Fakat evinde bir kişinin yiyebileceğinden fazla yemek yoktu. Sahâbî, durumu misafire çaktırmamak ve mevcut yemeğin hepsini ona yedirmek için, ışığı söndürdü, ondan sonra yemeği getirip bıraktı. İkisi birlikte yemeğe oturdular. Kendisi elini boş olarak götürüp getirdi ve misafir gönül rahatlığıyla bütün yemeği yedi. Sahâbi ise, hanımıyla birlikte aç yattılar. Ertesi gün Allah Rasûlü (as), bu sahâbiyi takdir etti ve Allah Teâlâ’nın onun bu yaptığını beğendiğini bildirdi.
Hz. Ömer (ra), ashaptaki îsâr huyunu anlatırken şöyle demiştir: "Bir sahâbi kendi evine bir koyun kellesi alıp getirmiş. Fakat o anda kendisi gibi muhtaç olan diğer bir sahabiyi hatırlamış ve kelleyi ona göndermiş. Bu ikincisi diğer bir muhtacı hatırlayıp kelleyi ona göndermiş, o da bir başkasına göndermiş. Kelle bu suretle yedi el değiştirmiş ve sonunda tekrar ilk sahâbinin evine gelmiştir."
Huzeyfe el-Adevî şunu anlatmıştır: "Yermuk savaşında amcamın oğlu da yere düşen yaralılar arasındaydı. Ben biraz su bulup ona götürdüm. 'İçer misin?’ dedim. Göz işaretiyle, 'Evet.’ dedi. Suyu dudaklarına götürdüğümde bir inleme sesi geldi. Amcamın oğlu göz işaretiyle, 'Önce ona götür.’ dedi. Suyu alıp ona gittim. Sesin sahibi Hişâm İbni Âs'tı. O da son saniyelerini yaşıyordu. Suyu onun ağzına uzattığım anda bir inleme sesi daha geldi. Bunun üzerine Hişâm, ağzını kapatıp göz işaretiyle suyu bu sesin sahibine götürmemi istedi. Ben suyu alıp bu sesin sahibine yetiştiğimde kendisi vefat etmişti. Hişam’a döndüm, o da ruhunu teslim etmişti. Kardeşimin oğluna koştum, ona da yetişemedim. Böylece, ortalıkta dolaştırdığım su elimde kaldı."
Abbas İbni Dehkan şöyle demiştir:
"Bişr İbni Hars (el-Hafî), dünyaya nasıl bir şeysiz geldiyse yine öyle bir şeysiz gitti. Son hastalığında dünyalık olarak sadece üstünde bir entari vardı. Bu sırada ziyaretine gelen bir fakir, hâlinden şikâyet edince, Bişr bu entariyi de çıkarıp ona verdi ve kendisi emanet aldığı bir sargı içinde vefat etti."
Îsâr, mal ile olduğu gibi canını vermek şeklinde de olur. Bunun en güzel örneği de Allah Rasûlü’nün hicreti sırasında Hz. Ali'nin onun yatağında yatmasıdır. Bu da şöyle olmuştur:
Allah Rasûlü (as), hicret etmek üzere evini terk ederken, evi kuşatan yalın kılıçlı müşrikleri oyalamak için yatağında görünmek istemişti. Bu sebeple, Hz. Ali'den kendi yatağında yatmasını istemiş, o da bunu canına minnet sayarak kabul etmiştir. Böylece, kapıdaki müşrikler Allah Rasûlü’nü yatakta zannederek sabaha kadar beklemişler ve âdeti üzere onun bu vakitte çıkıp mescide gitmediğini görünce kapıyı kırıp içeri girmişler ve onun yatağında Hz. Ali'yi görmüşlerdir.
Burunlarından soluyan müşriklerin bu durumda gördükleri Hz. Ali'yi öldürmemeleri ise tamamen Allah Teâlâ’nın hıfz ve himayesi sayesinde olmuştur. Bazı müfessirlere göre şu âyet bu olay münasebetiyle indirilmiştir: "Kimileri Allah’ın rızasını kazanmak için kendi canlarını fedâ ederler. Allah kullarına karşı şefkatlidir." (Bakara, 207) O, bu şefkatiyle Hz. Ali'yi muhakkak olan bir ölümden korumuştur.
Cömertlik ve Cimriliğin Hakikatleri
Buraya kadarki sözlerden cömertliğin güzel, cimriliğin ise kötü bir huy olduğunu öğrendik. Ancak, bunun yanında, bu huyların neler olduğunu bilmek de lâzımdır. Cimrilik bir kaç şekilde tarif edilmiştir. Bir tarife göre cimrilik, verilmesi vacip olan malı vermemektir. Bu tarif esas alınırsa, malının zekâtını ve farz olan nafakaları veren bir kimse cimri değildir. Diğer bir tarife göre ise, cimrilik, bir mal verirken bundan dolayı sıkıntı ve rahatsızlık duymaktır. Bu tarif kabul edilirse, çok verdiği hâlde bundan rahatsızlık duyan bir kimse de cimridir.
Cömertlik de değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin bazıları şöyledir:
"Cömertlik, tereddüt etmeden vermek ve verdiğini minnet saymamaktır."
"Cömertlik, istenmeden vermek ve verdiğini az görmektir. "
"Cömertlik, isteyenden hoşlanmak ve vermekten ferahlık duymaktır."
"Cömertlik, verdiğini Allah Teâlâ’nın malı olarak verdiğine inanmaktır."
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Malının azını verip çoğunu bırakan kimse az cömerttir; onun çoğunu verip azını bırakan kimse tam cömerttir. Başkasının işini görmek için kendi kendisini sıkıntıya sokan kimse îsâr sahibidir. Bunlardan hiç biri olmayan kimse ise cimridir."
Biz de diyoruz ki, Allah Teâlâ, malı ihtiyaçların görülmesi için vermiştir. Bu sebeple, malın ihtiyaçları görmek için kullanılması cömertliktir; onun ihtiyaçlardan esirgenmesi cimriliktir; ihtiyaç dışı sarf edilmesi ise tebzir ve israftır. İnfak (para harcamak) ile ilgili âyet ve hadisleri de bu izah çerçevesinde anlamak lâzımdır.
Malın ihtiyaçlar için kullanılması da iki türlüdür. Birincisi, bu kullanım için dinî emir bulunmasıdır. Zekât vermek, vacip olan nafakaları karşılamak, zorunlu hâle gelen sadakayı çıkarmak bu türdendir. İkincisi, mürüvvet ve şerefin gerektirdiği harcamaları yapmaktır. Cömert bir kimse, bu iki tür harcamayı da yapan ve bunları yapmaktan dolayı sıkıntı ve rahatsızlık duymayan kimsedir. Bundan rahatsızlık duymak kalpte olan bir olaydır. Ancak bu olay dışa da yüz renginin bozulması, kasların gerilmesi, sesin sertleşmesi, kötü malın verilmesi, sıkıca hesap yapılması, mümkün oldukça vermenin geciktirilmesi ve minnet edilmesi gibi karşı tarafı kıran ve yapılan iyiliğin olumlu etkisini olumsuzlaştıran sonuçlarla akseder.
Tekrarlamak gerekirse; cömertlik, din ve mürüvveti (şerefi) maldan üstün tutmak ve bunların muhafazası için malı severek vermek ve harcamaktır. Onun için, dinin emri olan zekât ve nafakayı vermeyen, zorunlu hâllerde sadaka ve bağış vermekten kaçan, örf ve âdete göre kendisine düşen ve kendisinden beklenen malî harcamaları yapmayan, para işlerinde kuruş ve mangır hesabını yapan, hakkını tam tahsil etme huyuna sahip olan kimseler cimridirler.
Cömertliğin önemli iki şartı daha vardır. Bunlar, harcanan malın helâl olması ve onu harcarken ihlâs gözetilmesidir. Bu sebeple, haram maldan yapılan bolca harcamalar cömertlik değildir. Çünkü haram mal, onu elinde tutan veya harcayan kimsenin malı değildir. Riya ve gösteriş için veya bir garaz ve hesap için (yeni tabirle, bir koyup on almak, hindi gelen yerden tavuk esirgememek gibi) tilki kurnazlığıyla yapılan harcamalar da cömertlik değildir. Bunlar, bir çeşit alış veriştir; mal verip karşılığında dünyaya ait bir kazanç ve avantaj elde etmek şeklinde bir takastır.
Bil ki, cimri olmanın başlıca iki sebebi vardır. Bunlardan birisi, malı şehvetlere ve nefsanî isteklere harcama arzusudur. Cimriliğinin sebebi bu olan kimseler, kendi kişisel şehvetleri ve istekleri için bolca harcama yaparlar, fakat başkaları için cimridirler. Diğeri ise paraya sahip olma sevgisidir. Paraya sahip olmayı sevenler, kendi nefislerine karşı da cimridirler.
Cimriliği ortadan kaldırmanın ilacı ise, malın gaye değil, vasıta olduğunu, bir işe yaramayan malın bir değeri bulunmadığım, harcanmayan malın ya bir şekilde telef olduğunu veya miras olarak başkasının eline geçeceğini, insanın geleceği için güvencenin mal değil, Allah Teâlâ’nın merhamet ve muhafazası olduğunu, bu sebeple mala değil, O'na güvenip tevekkül etmenin gerektiğini, çocuklara para bırakmak yerine onlara köklü bir terbiye vermenin daha önemli olduğunu, çünkü bu terbiye olunca para bulmalarının zor olmadığını, bu terbiye olmayınca mevcut parayı da kaybettiklerini, malı hak etmemiş evlat için hazır paranın mutsuzluk getirdiğini ve bozulmalarına yol açtığını, kimsenin kimsenin rezzak'ı (rızk vereni) olmadığını, herkese rızk verenin Allah Teâlâ olduğunu ve O'nun kendi rızasını arayan kullarını zayi etmediğini, O'nun rızası için yapılan harcamaların yerinin doldurulduğunu, O'nun cömertleri sevdiğini ve bunları cennetle mükâfatlandırdığını, dünyanın şehvetleri yerine cennetteki nimetlere talip olmanın daha akıllıca bir tutum olduğunu, nefsin istekleri için yapılan harcamaların "hüşş'e" gittiğini, Allah Teâlâ’nın rızası için yapılan masrafların ise "Arş'a" çıktığını düşünmektir. (Hüşş, çöplük demektir.)
Her şeyde doğru olan hareket tarzı, o şeyin yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasıdır. Bu ölçü esas alınınca, cimriliğe mahal olmadığı açıkça görülür. Çünkü malın yaratılış gayesi onunla ihtiyaçların giderilmesi ve bu yolla Allah Teâlâ’nın rızasının kazanılması ve cennetin satın alınmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında onlardan satın almıştır." (Tevbe, 111)
Cimrilik nefsin huyu olduğu için bu huyu değiştirmek temrin ve alıştırmak ister. Bu alıştırmalar önceleri nefse ağır gelirler, fakat alışkanlık yerine oturunca, bu sefer nefs de cömertlikten lezzet alır ve mutluluk duyar.
Sevginin ilâcı ayrılmaktır. Bu sebeple, para sevgisinin ilâcı ve bu sevgiden kurtulmanın çaresi de, onu harcayıp elden çıkarmaktır.
Kötü huyları ıslah etmenin yöntemi, onların aksine hareket etmektir. Buna göre, cimrilik huyunu ıslah etmenin çaresi de bir müddet kendini cömertlik yapmaya zorlamaktır. Bu yapılırsa, acı olan cimrilik ağacı cömertlikle aşılanır ve tatlı meyveler vermeye başlar.
Cimri olan insan, malından az bir şey bile elinden çıkardığı zaman üzülür. Bu kimse ölürken bütün malı elinden alındığına göre, o zaman üzüntüsü çok daha büyük olur.
Cömert insan ise, basit sebepler için bile malını elinden çıkarmaktan lezzet alır. Onun için, öldüğü zaman Allah Teâlâ’nın davetine icabet etmek gibi son derecede önemli bir sebep için malını elinden çıkarmaktan da lezzet alır ve mutluluk duyar. Bu o demektir ki, malı seven cimri, malı yüzünden üzüntü ile ölür, malı sevmeyen cömert ise, malı yüzünden neşe ile ölür.
Bil ki, malda, Allah Teâlâ’nın yarattığı diğer şeyler gibi, sonuç itibarıyla hayır da şer de olabilir. O, aşağıdaki şartların yerine getirilmesi durumunda hayır, bunun dışındaki durumlarda ise şerdir. Bu şartlar şunlardır:
1- Malı vasıta olarak görmek, onu gaye hâline getirmemek;
2- Onu haram, şüpheli ve mürüvvete (şerefe) aykırı olan yollardan kazanmaya çalışmamak;
3- Zengin olma hırsı taşımamak. Çünkü bu hırs cimriliğin ve haram kazancın başlıca sebebidir.
4- Kişisel harcamalarda israf ve lükse kaçmamak. Bu türlü harcamalarda azla yetinmek her yönden hayırlı ve selâmetlidir. Bir zat şöyle demiştir: "Dünya malı kan olsa, azla yetinip kanaatle geçinen bir müminin bundan aldığı şey helâl olur. Çünkü, zaruret miktarı olan haram da helâldir.
5- Malı haram olan bir maksat için kullanmamak. Bu şekilde kullanılan malın çok azı bile israf ve tebzirdir. Allah Teâlâ, israf ve tebzir yapanları şeytanın kardeşleri olarak göstermiş ve onların da şeytan gibi kendisine karşı nankör olduklarını bildirmiştir. (İsrâ, 27)
6- Mala taalluk eden dinî ve insanî hakları yerine getirmek.
7- Malı alırken veya kazanırken niyetini tashih etmek; yani, onunla ibadet ve hayır yapmayı düşünmek ve niyet etmek. Hz. Ali (ra), bu konudaki niyetin önemini belirtmek için şöyle demiştir: "Bir insan, yeryüzündeki bütün malları ibadet ve hayra hizmet etmek niyetiyle alsa, bu ona zarar vermez. Ve o, yeryüzündeki bütün malları niyetsiz olarak elinden çıkarsa bunun da ona bir faydası olmaz." Bu sebeple, müminin bütün alış ve verişleri, hareket ve davranışları, fakirliğe kanaat etmesi veya zenginlik araması Allah Teâlâ’nın rızasını ve ahiret sevabını tahsil etmek niyetine yönelik olmalıdır.
Bir kısım sahâbilerin mal ve servet edinmeleri bu niyete yönelik bulunduğu ve yukarıda zikredilen şartlara uyduğu için, onların Allah Teâlâ yanındaki derecelerini düşürmemiş, üstelik yükseltmiştir. Bu sebeple, mal ve servet edinmekte sahâbilere benzemek isteyenlerin, onların mala nasıl baktıklarını ve onu nasıl kazanıp nasıl kullandıklarını bilmeleri ve bu hususlarda da onlar gibi olmaya çalışmaları gerekir. Aksi takdirde, onlar zehiri ilâç hâline getirmişken, kendileri salt zehiri içip kendilerini telef ederler. Çünkü, bu hususlarda onlara uyulmadığı takdirde, onlara bakarak mal edinmek, ilaç alana bakıp zehir yutmaktan başka bir şey değildir. Bu zehir dindarlığı, insanlığı, sosyal ilişkileri, faziletleri ve her türlü güzelliği mahveden habis bir zehirdir.
Zenginlik mi Fakirlik mi Üstündür?
Bil ki, varlık yokluktan üstün olduğu için, kavram olarak zenginlik fakirlikten üstündür. Ancak, zenginliğin insana yüklediği sorumluluklar ve yükümlülükler vardır. Bunların başında da şükretmek gelir. Halbuki, çoğu insanlar bu sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmezler. Böyle durumlarda fakirlik zenginliğin önüne çıkar ve ondan üstün olur.
Zenginliğe değer kazandıran şükretmek, fakirliğe değer kazandıran ise sabretmektir. Bu sebeple, fakirlik ve zenginlik arasındaki üstünlük, hakikatte şükür ve sabır arasındaki üstünlük meselesidir. Şükür ise sabırdan üstündür. Ancak insanlar sabrettikleri kadar şükretmezler. Onun için, Allah Teâlâ, "Kullarımın azı şükrederler." (Sebe' 13) buyurmuştur.
Bunun sebebi de şudur: Fakirlik insana acizlik ve çaresizliğini hissettirdiği hâlde, zenginlik çoğu kimselerin şımarmasına, kibir ve gurura kapılmasına yol açar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnsan kendisini zengin görünce azar." (Alak, 6) Vaktiyle Karun da zenginlik yüzünden azmış ve şükretmesi gerektiği uyarısına karşı da, servetini kendi ilim ve hüneriyle kazandığını söyleyerek (Kasas, 78) nankörlük etmiştir.
Fakirlik, insanı ister istemez bir çok günahlardan uzaklaştırır; zenginlik ise onu bütün günahlarla burun buruna getirir. Bir şâir bunu şöyle dile getirmiştir: "Gençlik, sağlık ve zenginlik bir araya gelince, insanı bozdukça bozarlar."
Bu mülahazalar karşısında fakirliğin zenginlikten daha selâmetli ve emniyetli olduğu görülür. Fakirliği bu sebeplerle zenginliğe tercih edenler, Sa'lebe'nin hikâyesini da göz önünde tutmuşlardır. Çünkü bu hikâye, olup bitmiş ferdî bir trajedi değil, her zaman çoğu zenginlerin acı gerçeğidir. Salebe, cemaate bağlı, kendi hâlinde dindar bir adamdı. Ne hikmetse zengin olmaya heves duydu ve gelip Allah Rasûlü’nden bunun için duâ etmesini rica etti. Allah Rasûlü (as) ona, "Ey Sa'lebe! Şükrünü edâ ettiğin az bir mal, hakkından gelemediğin çok maldan daha hayırlıdır." dediyse de, Sa'lebe ricasını tekrarladı ve ısrar etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (as) onun zenginleşmesi ve malının çoğalması için duâ etti. Sa'lebe kısa zamanda zengin oldu . Ondan sonra cemaatle namaz kılmayı terk etti ve malının zekâtını vermedi. Kendisinden zekât istenince de, "Benden haraç istiyorsunuz." dedi. Zenginlik iyice başına vurduğu için de, imandan vazgeçti ve küfre dönüp gizli bir dinsiz ve münafık oldu. Allah Teâlâ bu münasebetle şu âyeti indirdi:
"Onlardan kimileri, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize mal verirse, kesinlikle zekât ve sadaka verecek ve yararlı kimselerden olacağız.’ dediler. Ancak Allah bu istediklerini verince, onlar malı tutup din ve imanı bıraktılar. Bu suretle, Allah'a verdikleri sözü bozdukları ve yalan söyledikleri için Allah da kalplerine onları hesaba çekeceği güne kadar nifak koydu." (Tevbe, 75, 77)
Allah Rasûlü’nün da fakirliği zenginliğe tercih ettiği ileri sürülmüştür.
(Ancak bize göre, Allah Rasûlü’nün fakirliği zenginliğe tercih etmesi, fakirliğin üstün olduğunu göstermez. Çünkü Allah Rasûlü’nün fakirliği tercih etmesinin özel nedenleri vardı. Bu nedenlerin başında, kendisinin peygamberlik iddiasıyla servet ve rahatlık aradığı şeklinde bir şüphe ve töhmet altına girmemekti. Bu sebeple, onun en şaşaalı döneminde bile fakirce yaşaması, böyle bir şüphe ve töhmeti kökünden ortadan kaldırmıştır. Nedenlerden birisi de, onun insanların çoğunluğunu oluşturan fakirlere teselli ve sabır vesilesi olmasıdır. Bu sebeple, fakirlik çeken bir mümin, "Allah Teâlâ’nın dünyayı kendi hatırı için yarattığı mübarek peygamberini bile, bu çileyi çekmişse, ben de çekerim." deyip güç ve kuvvet bulur. Bir neden de Allah Rasûlü’nün erişilemeyen şefkatidir. Bu şefkati yüzünden, insanların çoğu fakr ve sefalet içinde iken mal ve servet edinmek kendisini rahatsız etmiştir. Bu sebeple de, eline ne geçmişse hemen ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Allah Rasûlü’nün hayatına biraz daha yakından bakınca, onun fakir olmadığı, şiddetli şefkat ve cömertliği yüzünden malını elinde tutmayan bir zengin olduğu görülür. En azından onun Mekke’nin ilk dönemleriyle Medine’nin son dönemlerindeki durumu budur. Onun için Hz. Aişe (ra)’a şöyle demiştir: "Allah Rasûlü (as) dünyadan ayrılıncaya kadar üç gün (bir rivayette de, iki gün) üst üste doyarak yemek yemedi. İsteseydi yiyebilirdi, fakat o, başkalarını kendi nefsine tercih ederdi." (Buharî, Müslim, Beyhakî))
Fakirliği üstün tutanlar, zenginlikte bulunan hased, rekabet ve fitnenin de onda bulunmadığını söylemişlerdir. Şu kıssa da bunun haklılığını göstermektedir:
Hz. İsâ (as) bir adamla birlikte bir yolculuk yapmıştır. Bunlar bir su başında durup sahip oldukları üç ekmekten ikisini yemişlerdir. Üçüncü ekmek ise kayıp olmuştur. İsâ (as) adamdan bu ekmeğin nerede olduğunu sormuş, adam bilmediğini söylemiştir. Ondan sonra yolculuğa devam etmişlerdir. Hz. İsâ (as), başka bir yerde yedikleri av hayvanını diriltmiş ve adamla birlikte su üzerinde yürümüştür. Ondan sonra adama, "Gördüğün bu mucizeleri yaratan Allah hakkı için, kayıp ekmek nerededir?" diye sormuş, adam yine bilmediğini söylemiştir. Sonunda bir sahile varmışlar ve Hz. İsâ, bir miktar kumu yığıp altın hâline getirmiş ve adama, "Bu altınların üçte biri benim, üçte biri senin, üçte biri de ekmeği götürenin olsun." demiştir. Adam bu sefer, "Ekmeği ben götürdüm." demiştir. Bunun üzerine İsâ (as), "Sen malı çok seviyorsun, hepsi senin olsun." demiş ve onu orada bırakıp gitmiştir. Kendisi gittikten sonra iki kişi gelmişler ve altınları görünce onları adamdan almak istemişlerdir. Fakat adam, "Her birimize üçte biri olsun." deyip onlarla barışmıştır. Ondan sonra bu üç ortak kur'a çekip birini yiyecek getirmek üzere şehre göndermişlerdir. Bu adam kendi kendine, "Bunların yemeğine zehir katayım da ölsünler ve altınların hepsi bana kalsın." demiş ve öyle yapmıştır. Kalan iki adam da kendi aralarında, "Bu adam gelince onu öldürelim de onun hissesi bize kalsın." demişler ve yemeği getiren adamı öldürmüşlerdir. Kendileri de zehirli yemeği yiyince ölmüşler ve altınlar orta yerde sahipsiz kalmıştır. İsâ (as), bazı havârileriyle birlikte yolculuktan dönünce, altınları ve uğrunda bir birini öldüren adamların cenazelerini görmüş ve havarilere, "İşte zenginliğin ve mal sevgisinin sonu budur. Bundan ibret alın!" demiştir.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın