º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
KELİME İ TEVHİD'İN EHLİ SÜNNETE GÖRE MANASI...
Kelime-i Tevhid'in Ehli Sünnet'e Göre Mânası
Allah Teâlâ, zatı itibarıyla Vâhid'tir, birdir, ortağı yoktur. Ferd'tir, benzeri, zıddı ve karşıtı yoktur. Samed'tir, herkes ve her şey O'na muhtaçtır, O ise hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Kadîm'dir, hep var olmuştur. Ezelî'dir, başlangıcı yoktur. Ebedî'dir, varlığı süreklidir, sonu, nihayeti, bitimi yoktur. Kayyûm ve dâim'dir, ayrılması ve kesintiye uğraması yoktur. Ezelden beri celâl ve yücelik sıfatlarıyla vasıflıdır. Zaman ve asırların geçmesiyle eskimez ve inkiraz bulmaz. Her şeyden öncedir. Her şeyden sonradır. (Görenler için) her şeyden daha açıktır. (Göremeyenler için) her şeyden daha gizlidir. Sıfat ve tasarruflarıyla açık, mahiyeti ve hakikatiyle gizlidir. Her şeyi bilendir.
Münezzehtir, her türlü kusur ve eksiklikten beridir. Suret ve şekli olan bir cisim veya ölçülüp tartılabilen bir madde değildir. Cisimler gibi boyutları yoktur. Onlar gibi parçalardan mürekkep değildir. Madde değildir ve madde O'na yapışmaz. Araz (Araz, maddenin keyfiyet ve halleridir. Sertlik-yumuşaklık, kuruluk-yaşlık, sıcaklık-soğukluk, genişlemek-buruşmak, hastalanmak-sağlık bulmak, siyah, beyaz gibi bir renk taşımak cismin arazlarıdır. Eski filozoflar ve kelâmcılar, âlemi madde ve araz olmak üzere iki kısma ayırırlardı. Kelâmcılar, maddenin ölü, arazın da zayıf (hadis ve değişken) olduğunu söyleyerek bunlar için bir yaratıcı bulunması gerektiğini ispata çalışırlardı.) değildir ve araz O'na karışmaz. O'nun gibi bir şey yoktur. Her hangi bir şey O'na benzemez. O da her hangi bir şeye benzemez. Ölçülerle sınırlı değildir. Yönler ve cihetler O'nu çerçevelemezler. Yerler ve gökler O'nu içinde taşımazlar.
O, yalnızca kendisinin bildiği bir şekilde Arş'ın üzerindedir. Bizim bilmemiz lâzım gelen şey ise, bunun Arş'la temas etmek, içine yerleşmek, üstünde oturmak, onunla kuşatılmak şeklinde olmadığıdır. Arş O'nu taşımaz. O'nun kudreti Arş'ı ve Arş'ı taşıyan melekleri taşır. O, Arş ve göklerin üstündedir; fakat yer ve yerin derinliklerine de ilim ve kudretiyle aynı derecede yakındır. O bu ve diğer sıfatlarıyla her şeye yakın ve her şeyin yanında hazırdır. İnsana can damarından daha yakındır. O'nun yakınlığı cisimlerin yakınlığı gibi değildir. O bir şeye hulul etmez (içine girmez); bir şey de O'na hulul etmez. Zaman ve mekân O'nu sınırlandırmazlar. O bunlardan önce vardı. Şimdi de ezelde olduğu gibidir. O yarattığı şeylerden ayrıdır. Bunlarla birleşmez ve terkip oluşturmaz. O değişmez ve değişen hallere uğramaz. O zeval bulmaz ve kendinden bir şey kaybetmez. Mükemmelliğin son çizgisinde olduğu için yeni mükemmellikler kazanmaz. Varlığı dünyada akıl ile idrâk edilir, âhirette ise gözle görülür. O'nu görmek, cennet ehline verilen en büyük nimettir.
O hayy (diri), kudretli, cebbar ve kahhârdır. Kendisinde eksiklik ve acizlik yoktur ve böyle şeyler ona arız olmazlar. Uyku ve uyuklama O'nu tutmazlar. Ölüm ve yokluk O'na yanaşmaz. O, âlemin dış ve iç yüzünün sahibidir. Sultanlık, izzet, yaratmak, emretmek, istediği şeyi yapmak ve yaratmak O'nun ayrılmaz özellikleridir. Gökler O'nun avucundadır. Mahluklar O'nun hükmü altındadır. Yaratmak ve yoktan var etmek işinde birdir. İcad etmek ve ortaya koymak fiilinde tektir. Mahlukları, onların amel ve işlerini yaratmış, rızk ve ecellerini takdir etmiştir. Bunlardan hiç bir şey O'nun tasarrufunun dışında kalmaz ve O'nun kudretinin haricine çıkmaz. Gücünün yettiği ve kendisinin bildiği şeyler sayı ve hesaba sığmaz. Gücü ve ilmi sınırsızdır. O, bilinebilen her şeyi bilir. Yerin derinliklerinden göklerin üstüne kadar her şeyi görür ve gözetir. Ne yerde, ne göklerde bir tek zerre O'nun bilgisi, kudreti ve tasarrufu dışında değildir. O, karanlık bir gecede siyah bir kayada yürüyen siyah bir kancayı görür; geniş fezada küçük bir toz parçasının hareketini gözetler.
O, gizli (sır) ve gizliden de daha gizli (ahfâ) olanları, kalplerde ve tasavvurlarda olup biten ve gelip geçenleri bilir. O'nun ilmi kadîm ve ezelî'dir. O ezelden beri bu ilimle vasıflıdır. O'nun ilminde yenilik, değişiklik, çoğalma ve azalma olmaz. O'nun ilmine bilgisizlik, belirsizlik ve yanılma karışmaz. (Şiîler, Allah Teâlâ’nın bazı şeyleri sonradan bilebileceğini söylerler. "Bedâ" dedikleri bu bozuk inançla Allah Teâlâ'ya zımnen cehalet isnâd ederler.)
O irade sahibidir. Vücuda gelen varlıkları ve hâdiseleri irade etmiştir. Onun mülkünde olup biten az-çok, büyük-küçük, hayır-şer, fayda-zarar, iman-küfür, ilim-cehalet, hidayet-dalalet, itâat-masiyet, kâr-zarar, artış-eksilme cinsinden ne varsa; hepsi O'nun iradesi, takdiri, tedbiri, hikmet ve meşiyeti ile olur. O'nun istediği her şey olur. O'nun istemediği hiçbir şey olmaz. Süratli bir bakış ve bir anlık bir tasavvur ve tahayyül de O'nun meşiyeti dahilindedir. O yaratmayı bu dünyada başlatan, âhirette onu yenileyen ve her istediğini yapandır. O'nun emrini geri çeviren, takdirini bozan hiçbir güç yoktur. Günahlardan sakınmak O'nun tevfik'i (muvaffak etmesi) ve rahmetiyledir. Tâat ve ibadet etmek O'nun meşiyeti ve iradesiyledir. Bütün güçler birleşseler, O'nun durdurduğu bir zerreyi hareket ettiremez ve O'nun hareket ettirdiği bir zerreyi durduramazlar. Yaratıkların bütün yaptıkları O'nun iradesi dahilindedir. Ancak O kötü işlere razı değildir. Bunlara müsâade etmesi ise imtihan içindir. O'nun iradesi de diğer sıfatları gibi, zâtıyla kaimdir. Bu sebeple O, ezelden beri irade sahibidir. Eşyanın varlığını ezelde irade etmiş, zaman ve keyfiyetlerini de belirlemiştir. Bunlar, O'nun irade ve takdir ettiğinden ne önce, ne sonra, ne daha çok, ne daha az, ne de farklı bir şekilde vücut bulmazlar. İşleri irade ve takdir etmesi, sonra da yaratması; fikir yürütme, sıraya koyma, zamana yayma, vasıta kullanma şeklinde değildir. Bu yüzden, O'nu bir iş diğer bir işten alıkoymaz. O bütün işleri beraber ve bir anda yürütür.
O, İşiten ve Gören'dir. Her sesi işitir ve her şeyi görür. İşitilebilen hiçbir şey O'nun işitmesinden ve görülebilen hiçbir şey O'nun görmesinden kaçmaz. Uzaklık, O'nun işitmesi, karanlık O'nun görmesi için engel değildir. O'nun görmesi, işitmesi, bilmesi, yaratması mahluklarınki gibi organ ve âletlerle değildir. Çünkü O, bunlardan müstağnidir (bu yardımcı vasıtalara ihtiyacı yoktur.).
O konuşandır. Kendisi, ezelî olan ve mahluklarınkine benzemeyen bir konuşma tarzı ile konuşur, emreder, nehyeder, va'd ve tehdid eder. Ancak O'nun konuşması, hava yardımı, gırtlak, dudak ve dil hareketleriyle değildir. Çünkü bunlar maddî ve arızî şeylerdir.
Kur'ân, Tevrat, Zebur ve İncil O'nun peygamberlere gönderdiği büyük kitaplardır. Kur'ân dille okunan, mushaflarda yazılan, zihinlerde hıfzedilen kitaptır. O, aynı zamanda, Allah Teâlâ’nın zâtıyla kaim olan kadîm bir kelâmdır. (Ehl-i Sünnet ulemâsının büyük bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'in kadîm olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı ise, onun kadîm olması üzerinde ısrar etmenin anlamı bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü, kadîm olması, Allah Teâlâ’nın onu ezelde konuşmuş olması demektir. Halbuki, ezelde Kur’ân'a muhatap olan insanlar, cinler ve melekler mevcut değillerdi. Muhatap bulunmadan konuşmak ise, pek anlamlı görünmüyor. Kur'ân-ı Kerim'de de, onun için "muhdes" sıfatı kullanılmıştır. (Enbiyâ, 2) Muhdes'in bir mânası da kadîm olmayandır. İmana (ve daha genel bir anlamda dine) taalluk eden konularda muteber İslâm âlimleri arasındaki ihtilâflarda taraf tutmamak ve işin doğrusunu Allah Teâlâ’nın ilmine havale etmek en doğru yoldur. Hiç şüphe yoktur ki, Kur'ân Allah Teâlâ’nın ilminden olması yönüyle kadîm ve ezelîdir. Fakat, kelâm sadece ilim değildir. O, ilmin ifade edilmiş ve anlatılmış halidir. Bunun yanında kesin olarak bilinen husus şudur ki, Kur'ân-ı Kerim, Mutezile'nin iddia ettiği gibi, mahluk değildir. Çünkü o Allah Teâlâ’nın kendi konuşmasıdır. Allah Teâlâ konuşur, fakat konuşmasını yaratmaz. Konuşması O'nun zatî ve ezelî bir sıfatıdır. Mutezile ise, Allah Teâlâ’nın konuşma sıfatını inkâr etmişlerdir. Bu ise bir sapıklık ve dalâlettir.)
Musa (as), O'nun konuşmasını harf ve savt dışı bir keyfiyetle duymuş ve dinlemiştir. Müslümanlar da O'nu cennette böyle duyup dinleyeceklerdir.
Allah Teâlâ Hayy olduğu için hayatı vardır; Alîm olduğu için ilmi, Kadîr olduğu için kudreti, Mürid olduğu için iradesi, Semî' olduğu için işitmesi, Basîr olduğu için görmesi, Mütekellim olduğu için de kelâmı ve konuşması vardır. Bunlardan birincileri O'nun isimleri, ikincileri ise sıfatlarıdır. Sıfatları da isimleri ve zâtı gibi haktırlar.
Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün varlıklar O'nun fiili ile vücut bulurlar. Bunlar O'nun adalet ve hikmetinin eserleridir. O, fiillerinde hakîm (hikmet, gaye, maslahat, hayır gözeten) ve hükümlerinde âdildir. O'nun adaleti şaibesiz ve mutlaktır.
O, ezelde vardı; O'nunla birlikte hiç bir şey yoktu. Sonra, kudretini göstermek ve iradesini gerçekleştirmek için mahlukları yarattı. Kendisi bunları yaratmaya mecbur değildi. Yarattıktan sonra da onlara muhtaç değildir. O'na itaat etmek akılla değil, peygamberlerin bildirmesiyle vacip olur.
O, peygamberler göndermiş ve bunların doğruluğunu ispat etmek için kendilerine mucizeler vermiştir. Peygamberler, mucizelerin tasdiki ve gölgesi altında O'nun emir, yasak, sevap ve azabını tebliğ etmişlerdir. Kulların peygamberlere iman etmeleri ve getirdikleri din ve şeriatları kabul etmeleri bu suretle vacip olmuştur.
Allah Teâlâ’nın iman ve itaat edenlere va'dettiği sevap haktır. Ancak bu sevabı onlara vermek O'nun için bir mecburiyet değil, bir gönüllü lütuftur.
Allah Teâlâ, Muhammed (sa)'ı peygamber olarak bütün Arap, Acem, insan ve cinlere göndermiş, onun Şeriatıyla daha önceki şeriatları nesh (iptal) etmiş, kendisini diğer peygamberlerden üstün kılmış, beşeriyetin seyyidi (efendisi) yapmış, ona iman etmedikçe kendi zâtına iman edilmesini de geçersiz saymış, onun dünya ve âhiretle ilgili olarak haber verip tebliğ ettiği her şeyin kabul ve tasdik edilmesini zorunlu kılmıştır. Onun tebliğleri dünya ile ilgili hükümlerle âhiretle ilgili haberlerden oluşur. Bu haberler, ölüm anından ebede kadar sürüp giden ebedî âlemle ilgili doğru, doyurucu ve aydınlatıcı bilgiler içerir. Bu haberler, insanların önlerini görmelerini ve ona göre sağlıklı bir tutum belirlemelerini sağlar.
Ölümden sonraki ilk olay, Münker ve Nekir adlarındaki iki meleğin öleni sorgulamasıdır. Onun ameline göre ya çok munis veya çok korkunç suretlerde görünen bu melekler, kendisinden tevhid (Allah'a iman) ve risâleti (Peygambere imanı) sorarlar. Ona, "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" şeklinde sorular yöneltirler. Ölü bu sorulara verdiği olumlu veya olumsuz cevaplara göre, ya göklere çıkarılır ve kıyâmete kadar mutluluk duyacağı bir feza bahçesinde iskân edilir veya cehennem ateşi doldurulan bir çukura atılır. Kabir hayatında nimet ve azapların bulunduğuna ve bunların adalet ölçüsüne göre tatbik edildiklerine iman etmek zorunludur.
Kıyâmet, cennet ve cehennem haktır. Terazi (mîzan) haktır. Dünyadaki terazilerle isim ortaklığı olan, mahiyeti ise bilinmeyen bu terazide büyük ve küçük bütün ameller, zerrelere kadar olan hayırlar ve şerler tartılır. Tartıyla Allah Teâlâ’nın kimseye zulmetmediği, herkese kendi ameline göre muamele edildiği gözler önüne serilir. İyilikler kefesi nurdan, kötülükler kefesi karanlıktan oluşan bu hassas terazinin iyilik kefesinde Allah Teâlâ’nın kulu hakkındaki lütfü ve rahmeti, diğerinde ise O'nun adaleti vardır.
Hesap haktır. Terazide tartma ve diğer şekillerle kullardan hesap sorulur. Hesap bazıları için sıkı tutulur ve inceden inceye (iğneden ipliğe) yapılır. Bu hesap şekli çetindir. Bazıları için ise kolay tutulur ve ayrıntılara girilmez. En talihli olanlar ise, defterleri hiç açılmadan cennete gönderilenlerdir. Bunlar "mukarreb" denilen çok sâlih kimselerdir. Bunların içinde musibet görüp sabredenler ve nimet görüp şükredenler de vardır. Allah Teâlâ, bizzat yönettiği bu hesap yerinde peygamberlerle inkarcıları karşılaştırır. Peygamberlere dini tebliğ edip etmediklerini, inkarcılara da niçin iman etmediklerini sorar. Sapık fırkalara ve Sünnet yolunu bırakıp bid'atlara sapanlara da buna niçin heves ettiklerini, niçin nefislerini hakkın önüne geçirdiklerini sorar.
Cehennem üzerine kurulan Sırat haktır. Hesaptan sonra bütün insanlar bu uzun köprünün üzerinden geçmek zorundadırlar. Ancak kâfirler ve azabı hak eden günahkârlar kayıp ateş çukuruna düşerler. Müminler ise, amellerine göre onu aşıp cennete giderler. Bu köprüyü geçmenin zorluğunu tasvir etmek için, onun kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğu söylenmiştir.
Muhammed (sa) için mahşer meydanında açılan havuz haktır. Suyu cennetteki Kevser nehrinden gelen bu havuzdan onun ümmeti (ve daha önceki iman ehli kimseler) içerler ve içenler mahşer yerinde bir daha susamazlar.
Allah Teâlâ'yı bir bildikleri halde, günah işleyen ve affedilmeyen müminler cehenneme atılır ve orada yakılırlar. Ancak bunlar, cezalarını çekince oradan çıkarılırlar. Ondan sonra ateşte sadece Allah Teâlâ'yı inkâr edenler ve O'na ortak tanıyanlar kalırlar. Ve bunlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.
Mahşer gününde şefaat haktır. Peygamberler, âlimler, şehidler ve sâlih kimseler Allah Teâlâ’nın kendilerine izin vermesi üzerine şefaat ederler. En büyük şefaat hakkı ise, Muhammed (sa)'a verilir.
Allah Rasûlü’nün ashabının diğer müminlerden üstün olduklarına iman etmek zorunludur. Ashabın da en efdali sırayla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Alidirler. (Bazı âlimler, Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki efdaliyet konusunda kararsız kalmayı tercih etmişlerdir. Çünkü, bir kısım ashabın da bu konuda kararsız kaldıklarını gösteren rivayetler vardır.)
Allah Rasûlü’nün medh ve övgülerine mazhar oldukları ve onun talebeleri ve dava arkadaşları oldukları için, ashâb arasında cereyan etmiş bazı tatsız olaylarda hepsinin iyi niyetli olduklarına inanmak ve hepsini iyilik ve rahmetle anmak lâzımdır. Bu husus, Ehl-i Sünnet'ten olmanın temel şartlarındandır.
Toplu halde ve kısaca verdiğimiz bu iman akidesi; Kur'ân okumak ve onun mânalarını öğrenmek, ondaki kıssa ve mev'izeleri düşünmek, ibadet ve hayırlarla meşgul olmak, sâlih kimselerin Allah Teâlâ'ya kulluk ve korkularını müşahede etmek, bunların nasihat ve tavsiyelerini dinlemek gibi faydalı işlerle kuvvetlenir ve ilk aşamada bir çekirdek iken büyük ve meyveli bir ağaç durumuna gelir. İman esaslarının ilmî delillerini bilmek/imanı kuvvetlendirmesi açısından yararlı olmakla birlikte, imanın sahih olması için şart değildir. Bundan dolayı, iman esaslarını doğru bir şekilde öğrenmek ve tatbik etmek onların delillerini öğrenmekle vakit geçirmekten daha yararlıdır. Bilindiği gibi, iman ve İslâm rükünlerini anlatan hadislerde, ayrıca bunların delillerini de bilmek gerektiği bildirilmemiştir. Gelip müslüman olan bedevi Araplardan da kesin bir şekilde iman etmelerinin ötesinde bir de delil ve ispat aramaları istenmemiştir. Kaldı ki, delilsiz bir şekilde ve fakat içtenlik ve samimiyetle iman eden ve imanını amel haline getiren kimselerin imanı, amel yerine delilleri öğrenmeyi tercih edenlerin imanından daha kuvvetli ve daha sağlamdır. Bu hakikati ifade etmek için, Allah Rasûlü’ne nisbet edilen bir sözde, "İhtiyar kadınların imanını kazanın!" denilmiştir. Ancak, hem amel etmek, hem de delil öğrenmek elbette ki, bunlardan birisiyle yetinmekten daha makbuldür.
Delil denince, "Kelâm ilmi" akla gelir. Çünkü bu ilim, bir kısım iman esaslarını ilmî delillerle ispat etme iddiasındadır. Ancak İslâm âlimleri bu ilim hakkında farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir taife, Kelâm ile meşgul olmayı haram saymışlardır. Bir taife, onun yerine göre, farz-ı ayn veya farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Üçüncü bir taife ise, bu ikisinin arasında yer almış ve Kelâm ilmi hakkındaki hükmün onun çeşidine ve talibin onu öğrenmekteki niyetine göre değiştiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu sonuncu taifeye göre, Kelâm ilmi ilaç gibidir. Nasıl ki, ilaç hastalık halinde yararlı, sağlık halinde zararlı ise, Kelâm ilmi de, gereksiz faraziye, nazariye, mantık ve felsefeye açılmamak şartıyla bazı şüpheleri giderebilirse, bu miktarı yararlıdır. Ve bu şüpheleri gidermenin tek çaresi o ise, bu takdirde de öğrenilmesi ve öğretilmesi farzdır. Böyle bir ihtiyaç mevcud değilse veya Kelâm'a felsefe ve faraziyeler sokulursa, o zaman da bu ilmi öğrenmek ve öğretmek haramdır. Çünkü bu halde o, şüpheleri gidermek yerine, yeni şüpheler uyandırır ve zihinleri vesveselerin istilâsına açık bir hale getirir. Niyete gelince, kişinin Kelâm'ı öğrenmekteki niyeti, akidesine musallat olan şüpheleri gidermek ve tahkikli bir iman kazanmak olursa, bu ilmi öğrenmek caizdir. Fakat, onunla tartışma yeteneğini kazanmak, ondan sonra da kalb kırıcı ve kavgalı münakaşalara girmek niyeti olursa, o zaman bunu öğrenmek haramdır. Allah Rasûlü (sa) şöyle buyurmuştur: "Haklı da olsa, tartışmaktan sakınan mümine cennetin ortasında bir köşke ben kefilim." (Ebu Dâvûd, Tirmizî) buyurmuştur. Ancak, dinsizlik, zındıklık, bid'at ve dalâletleri ilim ve akıl adıyla yaymaya çalışanlar olursa, avam halkın bunlara kanmalarını önlemek için kendileriyle tartışmak, Kelâm ve diğer ilimlerin düsturlarıyla onları susturmaya çalışmak Allah yolunda bir cihad türüdür. Allah Teâlâ "Onlarla en etkili bir şekilde mücadele et!" (Nahl, 125) buyurmuştur. Bunun için Kelâm ilminden hoşlanmayan İmam Şafiî (ra), Mutezile ile bu türlü tartışmalar yapmıştır. Ondan önce, Hz. Ali, Abdullah İbni Abbas ve Hasan el-Basrî de yanlış dinî görüşler yaymaya çalışanlarla delil getirerek tartışmışlardır.
(Hz. Ali, yaptığı bir tartışmayı bir beyittik şiirle şöyle hulâsa etmiştir: "Gök bilimci ve doktor, "Haşir yok, ölenler dirilmez" dediler. Ben, "Dirilmezsek zararım yok, dirilirsek hüsran başımızadır" dedim." İmam Gazali, bu sözü Ebul Alâ el-Maarrî'ye nisbet etmiştir. Halbuki, bu şâirin inançsız olduğu bilinmektedir.)
("Bâtıl'ı tasvir etmek, safi zihinleri bozmaktır." denilmiştir. Kelâm ilminde de, doğru olanı bulmak ve ispat etmek için mukaddime kabilinden bir sürü bâtıl ve gereksiz varsayımlar yapılır. Bu varsayımlar, çoğu zaman kişide mevcud olan sahih akideyi sarsar ve onun zihninde bundan sonra gideremediği şüphe ve tereddütler veya rahatsız edici vesvese ve fikir bunalımları meydana getirir. Kelâm ilmini mekruh veya haram sayanlar onun bu yan etkilerini nazar-ı itibara almışlardır. Felsefeyi de, aynı sebepten dolayı kötülemişlerdir. Gerçekten de felsefe okuyan zayıf akıllı kimseler onun içinde boğulurlar ve imanlarını kaybederler. Bunların arasında akıllarını kaybedenler de vardır.)
Şüphelerden kurtulmak, hakikatleri keşfetmek, eşyanın mahiyetini öğrenmek ve akidenin sırlarına muttali olmak Kelâm ilmiyle varılabilen sonuçlar değildir. Bunlar, ancak nefis mücadelesi yapmak, haram ve gereksiz istekleri terk etmek, ihlâs ve içtenlikle Allah Teâlâ’nın rızasını tahsil etmeye çalışmak, ibadete ağırlık ve yoğunluk vermek, Kur’ân’ın üslubuyla düşünüp tefekkür etmek sonucunda gerçekleşebilen durumlardır. Bu işte, Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti, kulun azim ve gayreti, yaradılışın kabiliyeti belirleyici faktörlerdir.
İlmin zahirden batına doğru (dıştan içe, kabadan inceye) doğru derinleşen boyutları vardır. Ancak, bu boyutlar birbirini teyid ve takviye edici mahiyettedirler. Bu sebeple, ilim hiçbir seviyede zahirdeki ameli gevşetici bir etki yapmaz; tam aksine, ilim derinleştikçe amel de artar. Bunun en güzel örneği Allah Rasûlü'nde gerçekleşmiştir. Amel üzerinde her hangi bir olumsuz etki yapan ilim ise, ismi ne olursa olsun mahiyeti cehalettir. Böyle bir ilmin kaynağı da Rahman değil, şeytandır.
Allah Rasûlü (sa), tebliğ ve talim ile görevlendirildiği bütün hakikatleri söyleyip açıklamıştır. Nitekim, Allah Teâlâ kendisine, "Ey Peygamber! Sana vahyedilenin hepsini tebliğ et! Bundan bir şeyi tebliğ etmezsen, peygamberlik görevini yapmamış olursun." (Mâide, 67) buyurmuştur. Ancak, Allah Rasûlü’nün bütün bildikleri açıkladığı miktardan ibaret değildir. Hatta denilebilir ki, onun değişik sebeplerle anlatmadığı bilgiler anlattığının çok üstünde bir yekûna baliğdir. Diğer âlimler tarafından da bilginin gizlenmesini meşrulaştıran bu sebeplerden bazıları şunlardır:
1- Bilginin kendi şahsıyla ilgili olması ve sadece onun için hüküm taşıması. Allah Rasûlü’nün şahsına has bilgiler ve hükümler vardır. Bu sebeple, bazı şeyler onun için haram, ümmeti için helâl, bazı şeyler de bunun aksi olmuştur.
2- Bilginin insanların anlama kapasitelerinin üstünde olması. Allah Teâlâ’nın zâtı ve ruh ile ilgili bilgiler bunun birer örneğidir. Bu sebeple, bazı kimseler ruhun ne olduğunu Allah Rasûlü’ne sorunca cevap mahiyetinde şu âyet indirilmiştir: "Size verilen ilim azdır; onunla ruhu anlayamazsınız." denilmiştir. (İsrâ, 85) Allah Rasûlü da Allah Teâlâ’nın zâtında değil, mahluklarında ve nimetlerinde tefekkür edilmesini emretmiştir. Örneğin bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah'ın mahluklarında tefekkür edin; O'nun zâtında tefekkür etmeyin, helak olursunuz." (Menâvî, Feyd'ul-Kadîr, 3/262)
3- İnsanların yanlış anlama ihtimalinin kuvvetli olması. Bu sebeple, Allah Rasûlü (sa), kader mevzuunu fazla açmamış, ashabının da bunu kurcalamalarını şiddetle nehyetmiştir. Nitekim daha sonraki asırlarda bu mevzu gündeme sokulmuş ve yanlış yorumlar yapılmıştır. Örneğin, Cebriyye taifesi, insanların kader karşısında mutlak mahkûm olduklarını ve yaptıkları işlerde kendi irade ve isteklerinin etkisi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşten, mükellefiyetin kalkması ve kimsenin ceza görmemesi lâzım gelirdi. Halbuki mükellefiyet, gönderilen peygamberler ve indirilen kitaplarla tescil edilmiştir. Buna karşılık, Mutezile taifesi de kaderin hiçbir etkisi olmadığını, insanların bütün yaptıklarını kendilerinin tasarlayıp yarattıklarını söylemişlerdir. Bu görüşten de, Allah Teâlâ’nın kendi mülkünde tasarruf yapamaz, insanların irade ve fiillerine müdâhale edemez bir âciz durumuna düşmesi, buna mukabil, insanların hepsinin birer yaratıcı ilâh olmaları lâzım gelir. Bu sonuç ise, ne kadir-i mutlak olan Allah Teâlâ açısından, ne de her yönüyle zayıf, âciz ve çaresiz olan insanlar açısından doğru değildir. İşte, bu iki sapık görüş, bazı kimselerin yanlış anlaşılmaya müsait olan bir konuyu (kader konusunu) anlamaya çalışmalarından doğmuştur. Onun için, bu gibi konularda vârid olan nasslara iman etmek ve yapılmış olan açıklamalarla yetinmek lâzımdır.
4- İnsanların bir şeyi bilmemelerinin kendileri için onu bilmelerinden daha hayırlı olması. Gayb kapsamına giren bilgilerin büyük bir kısmı bu türdendir. Örneğin, kıyâmet vakti, ölüm zamanı, başa gelecek musibetler önceden bilinse, insanlar dünyadan soğurlar ve çalışma azimleri kırılır. Kabirde kötü insanların karşılaştıkları zorluklar ve çektikleri azaplar bilinse, kimse sevdiklerini mezara koymaz ve mezardakilerin acılarıyla perişan olurlar. Hatta, insanların kalplerindeki niyet ve duygular bilinse, toplumun düzeni alt üst olur. Bu yüzden Allah Teâlâ, bu ve benzeri gaybların bilgisini kendi tekelinde tutmuş ve ondan istediği bir miktarı yalnızca peygamberlerine açmıştır. Peygamberler de bu bilgileri saklamışlardır. Allah Teâlâ’nın kendi gaybında tuttuğu bilgileri öğrenmeye çalışmak insanların yararına değildir. Buna işaret edilen bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! (Sizden gizlenen) şeyleri sormayın. Çünkü bunlar açıklanırsa, sizi üzerler." (Mâide, 101)
Allah Rasûlü (sa), bu sebeple bazı bilgileri de remiz, kinaye ve teşbih yoluyla anlatmıştır. Böylelikle, o bilgileri ehil olan kimselere açarken, ehil olmayanlara da kapatmıştır. Bu gibi yerlerde, idrâki zayıf olanlar, teşbih üzerinde durup asıl mânayı kaçırırken, idrâki keskin ve kalb nuru kuvvetli olanlar, kasdedilen mânayı yakalarlar. Buna dâir birkaç örnek şöyledir:
-"Cilt ateşte büzüldüğü gibi, mescid de içine atılan balgamdan öylesine büzülür."(Sahih kaynaklarda bulunamamıştır.) Bu hadisteki mescid büzülmesinin zahir mânası, mescidin ruhu mesabesindeki kudsiyetin bu hareketten incinmesidir. Fakat bu mânanın hakikatini ancak mâna ehli olanlar bilirler.
-"İmamdan önce başını rükû veya secdeden kaldıran kimse, Allah'ın onun başını eşek başına çevirmesinden korkmuyor mu?" (Müttefekun aleyh) Bu hadisin zahir mânası, bu hareketin düşüncesizlik olmasıdır. Çünkü imama uyan kimsenin onun hareketlerine de uyması lâzımdır. Onun bâtın mânası ise ancak mâna ehli olanlar tarafından bilinebilir.
-"Mü’minin kalbi, Rahman (olan Allah)’ın iki parmağı arasındadır." (Müslim) Burada parmaklardan anlaşılabilen mana, Allah Teâlâ’nın kudret ve rahmetidir.
-"Hacer'ül-Esved, Allah'ın yerdeki sağ elidir." (Hâkim) Burada anlaşılabilen mâna, söz konusu taşı öpen kimsenin Allah Teâlâ'ya kulluk biati vermesidir. Çünkü sultanlara, sağ elleri tutularak itaat biati verilir.
-"Ben Rahman (olan Allah) ın nefesini Yemen tarafından alıyorum." (Ahmed) Burada anlaşılan mâna, İslâmiyetin onu kabul edecek olan Yemen halkından büyük bir güç ve destek bulmasıdır. Nitekim, bu mâna gerçekleşmiş ve Yemen halkı Müslüman olup İslâmiyet için savaşmışlardır. (Bkz: Mâide, 54) Bu zahir mânaların ötesinde ancak ehline hitap eden mânalar gizlidir.
Kur'ân-ı Kerim'de de bu türlü teşbih ve benzetmeler vardır. Bunun için de birkaç örnek şöyledir:
-"Allah bir şeyi irade ettiği zaman, onun işi "Ol!" demekten ibarettir. Bunun üzerine o şey oluverir." (Yasin, 82) Halbuki, Allah Teâlâ, bir şey yarattığı zaman ona sözlü emir vermez; sadece onun olmasını ister, o da oluverir. O halde, burada herkesçe anlaşılabilen mâna, Allah Teâlâ’nın her türlü iradesinin sür'atle gerçekleşmesidir.
-"Sonra, buhar halinde olan göğe yöneldi; ona ve yere, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. Onlar, "isteyerek geldik." dediler. (Fussilet, 11) Bu âyetteki açık mâna, yer ve göklerin mutlak surette Allah Teâlâ’nın emirlerine boyun eğmeleridir.
-"Her şey, Allah'ı tesbih ve hamd eder." (İsrâ, 44) Buradaki anlaşılır mana, her şeyin hal dili (yaratılışındaki mükemmellik) ile Allah Teâlâ’nın yaratma kudretinin kusursuzluğunu göstermesidir. Bu mânayı bir şâir şöyle şiirleştirmiştir: "Her şeyde bir delil vardır, Allah'ın bir olduğunu gösterir."
Bir kısmına "müteşâbih" de denilen bu türlü âyet ve hadislerin tefsirinde birkaç görüş vardır:
Birincisi, Selefin görüşüdür. Ashâb ve ilk devir âlimleri demek olan Selefe göre, bu âyet ve hadisler tevil edilmezler; lügat mânaları ne ise o şekilde anlaşılırlar. Bu yolla mânaları anlaşılmadığı (veya bu mânalarda sakınca bulunduğu) takdirde de, onlara iman etmekle yetinilir.
İkincisi, Eş'arîlerin görüşüdür. Eş'arîler, lügat mânalarıyla dinin diğer nasslarına uymayan âyet ve hadis sözlerini tevil etmişlerdir.
Üçüncüsü, Mutezile görüşüdür. Bu taife, te'vil alanını genişletmişler ve hiç gerek olmadığı halde birçok iman esaslarını aklî te'villerle yorumlamışlardır. Bu sebeple bunlar, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını yok saymışlar, O'nun âhirette görülmesini inkâr etmişler; Mirâc, kabir suali, kabir azabı, âhiretteki terazi ve köprüyü birer sembol olarak farz etmişler ve bunlardan manevî şeylerin kasdedildiğini söylemişlerdir.
Dördüncüsü, filozofların görüşüdür. Filozoflar, bütün iman esaslarını ve onları ifade eden sözleri asıl mânalarından çıkarıp aklîleştirmişlerdir. Bu sebeple, bunlar haşrin, cennet ve cehennemin, buralardaki nimet ve azapların maddî şeyler olmadığını, akıl ve ruh ile hissedilebilen manevî şeyler olduklarını ileri sürmüşlerdir. Hak olan görüş ise, Selef ve Eş'arîler arasında dolaşır. Bazı konularda Selefin, bazılarında da Eş'arîlerin görüşü tercihe şayandır. Mutezile'nin görüşü dalâlet, filozoflarınki ise küfürdür.
(İmam Gazali; İbni Sina, Farabî ve benzeri müslüman filozofların üç görüşlerinden dolayı küfre düştüklerini söylemiştir. Bu üç görüş, onlara göre haşrin ruh ve ceset birlikteliği ile değil, sadece ruh ile olması, âlemin kadîm olması (hep var olagelmesi) ve Allah Teâlâ’nın cüz'î ve küçük şeyleri bilmemesidir. Mutezile de bu son görüşü benimsemişlerdir. Bu görüşün yanlış olduğunun en açık delili odur ki, büyük şeyler küçük şeylerin terkibinden ibarettirler. Hal bu olunca, küçük şeyleri bilmeyen yaratıcı, onları nasıl terkip edip büyütebilir? Bu mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın küçük şeyleri bilmediğini söylemek, aynı zamanda O'nun yaratıcılığını da inkâr etmektir. Çünkü, gerçek yaratmak küçük şeyleri var etmektir. Büyük şeyleri var etmek ise küçük şeyleri terkip etmektir. Bunun bazı türlerini insanlar da yapabilirler.)
Bir şeyi bilmenin iki mertebesi vardır. Bunlardan birincisi, o şeyin bilgisinin zihinde yerleşmesidir. İkincisi ise, zihinde yerleşen bilginin bizzat yaşanması, his ve duygu haline gelmesidir. İnanmanın da bu türlü iki mertebesi vardır. İnanmak da bilmek gibi, ikinci mertebede daha kuvvetli ve daha açıktır. İnanmanın ikinci mertebesi ise, inandığını fiil ve duygu halinde yaşamaktır. Bu sebeple, sadece inanan bir mümin ile inandığını yaşayan, ilim ve amelde ilerleyen kâmil bir müminin iman esaslarını, Kur’ân ve hadis sözlerini anlamaları farklıdır. Ancak, bu fark mahiyet farkı değildir. Çünkü, ikisinin de inandıkları şeyler aynıdır. Aralarındaki fark ise anlamadaki açıklık, derinlik ve duyma farkıdır. Birincisinin imanı uzaktan veya karanlıkta bir şeyin siluetini fark etmek gibidir. İkincisinin imanı ise, aynı şeyi yakından ve ışık altında görmek halidir. Bunlar arasındaki fark, aynı zamanda bir insanın açlık, hastalık veya lezzeti yapılan kelime tarifleriyle anlaması ve inanması ile bir başkasının bu şeyleri bizzat yaşayarak anlaması ve inanması gibidir. İman açısından bu hallerden birincisine "taklidi iman", ikincisine "tahkiki iman" denir. Anlamak ve bilmek açısından da birincisine "zahir ilmi", ikincisine de "bâtın ilmi" denir.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Kelime-i şehâdet, lâfız olarak kısalığına rağmen imanın temel rükünlerini kapsamaktadır.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın