º°¨¨°º©©º°¨¨°º©GÜLLERİNEFENDİSİ2.TR.GG©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
Tayy-ı Mekan - Tayy-ı Zaman-5
Bir müddet daha yürüdükten sonra o zâtın bu kere daha heybetli geldiğini gördüler. Yanlarına gelince; "Kardeşim Ahmed! Bu yanındaki adam kimdir? Onu nereye götürüyorsun?" diye sorunca Ahmed Efendi; "Himmetinize muhtâc efendim!" karşılığını verdi. İhtiyar zât oradan uzak- laşınca Ahmed Efendi arkadaşına dönerek; "İçinden kötü bir şey mi ge- çirdin ki, bu zât bize böyle söyledi." dedi. Arkadaşı da; "Evet sizin böyle pejmurde kıyâfetli bir fukarânın önünde egilmeniz garibime gitmişti." dedi. Hacı Ahmed Efendi; "O pejmurde kıyâfetli gördüğün zât zamânın kutbudur. Böyle kişilere hor bakmamalı." dedi. Arkadaşı hemen tövbe et- ti. Câmiye geldiklerinde saatine bakan arkadaşı Cumâ vaktine yine yedi dakika olduğunu gördü. Allahü teâlânın izniyle iki saatlik yolu bir anda al- mışlardı. Arkadaşı Ahmed Efendinin büyüklüğünü o anda anladı.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri hacca gitmişti. Kâbe-i muazza- mayı tavâfı esnâsında, hocası Tâcüddîn-i İskenderî´yi gördü. Ayrıca sa´y ederken, Arafât´ta vakfeye dururken yine hocasını gördü. Hac vazîfesini bitirince, Mısır´a döndü, arkadaşlarına, hocalarının hac için Mekke-i mü- kerremeye gidip gitmediğini sordu. Onlar da, gitmediğini ve her gün ken- dilerine ders verdiğini söylediler. Hocasının huzûruna varınca, hocası; "Bu seferinde kimleri gördün?" deyince; "Efendim, zât-ı âlinizi gördüm." diye cevap verdi. İbn-i Atâullah hazretleri de; "Allahü teâlâ, sevdiği kulla- rına, istediği yere bir anda gitme kuvvetini ihsân etmiştir." buyurdu.
Yemen´in meşhûr velîlerinden İbn-i Üstâd-ül-A´zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri her sene haccederdi. Bunu evliyâdan çok kimse haber vermiştir. İnsanlar onu, memleketi olan Terîm beldesinde zannederler, fakat o hac zamanı hacılar arasında bulunurdu. Bir sene talebelerinden Müflih bin Abdullah hacca gitmeye niyet etti. Gidip, hocası Abdullah bin Alevî hazretlerinden izin istedi. O da! "Mi- nâ´ya vardığın zaman, filân oğlu filânı sor. Bizim selâmımızı söyle, o sa- na istediğin konuda yardım eder." buyurdu. Müflih bin Abdullah diyor ki: "Minâ´ya vardığımda, o kimseyi buldum. Bana çok yardımda bulundu. Hocamdan suâl etti. Ben de, şu anda Terîm beldesinde bulunduğunu, hâlinin iyi olduğunu söyledim. O kimse hayret etti. "Daha dün, bizimle beraber Arafât´ta vakfe yaptı. Şimdi nasıl Terîm´de olur?" dedi. Benim ihtiyaçlarımı giderdi. Ben Terîm´e döndüğüm zaman, hocamın yanına gittim. Haccımı tebrik etti. Ben de; "Asıl ben sizin haccınızı tebrîk ederim." deyip, şâhid olduğum durumu anlattım. "Sen bunu gizli tut! Ama senin arzun da hâsıl oldu. Orada sıkıntı çekmedin." buyurdu. Ben bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladım ve kendisini hayatta iken bunu kimseye anlatmadım.
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin memleketinde birisi, öfkeyle ağzından; "Eğer bu yıl hac etmezsem hâtuna talak verdim." sözü çıktı. Lâkin dediği zamanda hacca gidecek para eline geçmedi. Dolayısıyla hacca gidemedi. Durumu şehrin hâkimi öğrenince ona tenbih edip; "Dînin emri gereği hacılar gelince senin nikâhın bozulur. Hanımın boş olur." dedi ve mahalle halkına da haber salıp durumun tâkib edilmesini emretti.
O adamcağız kime ne söyledi ise, derdine çâre bulamadı. Herkes hanımının boş olacağını söyledi. Nihâyet Şeyh Muhammed Harezmî hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arzetti. Harezmî hazretleri ona merhamet edip; "Sen Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel. İnşâ- allahü teâlâ nasîb olur. Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır." buyurdu. Bunun üzerine adamcağız arefe günü Harezmî hazretlerinin huzûruna geldi. Ümitle ne yapacağını ne diyeceğini bekledi. Bütün arzusu hac edip hanımından ayrı düşmemekti. Harezmî hazretleri onu kimsenin olmadığı tenhâ bir yere götürüp; "Allahü teâlânın izni ve evliyânın himmet ve yardımı ile inşâallah şimdi Arafat´a varacaksın. Orada hac ile ilgili vazîfelerini yap. Hemşehrilerinle görüş. Onlardan birinden bir mikdar ödünç para al. Aldığına dâir bir senet imzâlattır. Gelince istediği zaman verirsin." buyurdu. Sonra mübârek ridâlarını çıkardı ve yere serdi ve üzerine oturttu. O kimse tayy-ı mekân ile bir anda kendini Arafat´ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazîfelerini yaptı. Hemşehrileriyle görüştü. Harezmî hazretlerinin vasiyeti üzere birinden biraz borç aldı. Kâdıya senet imzâlattırdı. Sonra bir anda kendini Harezmî hazretlerinin huzûrunda buldu. Hacda aldığı para da yanındaydı. Hemen Harezmî hazretlerinin ayaklarına kapanıp; "Elhamdülillah maksadıma kavuştum." diye sevincini belirtti ve evine gitmek istedi. O zaman Harezmî hazretleri ona; "Ben sağ olduğum müddetçe bu hâli kimseye söyleme yoksa zarara uğrarsın." buyurdu. O da söz verip evine yöneldi. Aradan bir müddet geçti. Bu zaman içinde herkes ona, hacılar dönünce hâlin ne olacak hanımından ayrılacaksın." diyorlardı. O bunlara karşı; "Hayır ben hac yaptım." derdi. Bunu duyanlar, "Bu adam deli olmuş." diye alay ettiler.
Bir zaman sonra hacılar geri döndü. Hacılar o adamı gördüklerinde; "Sen ne zaman geldin?" diye sordular. Bunu işitenler güldüklerinde; "Siz ne diyorsunuz?" dediler. O zaman adamcağızın yanına hacda iken para aldığı adam geldi ve verdiği parayı istedi. O da ispat et, dedi. Sonra durum kâdıya intikâl etti. Alacaklı dâvâ edip; "Ben buna arefe günü şu kadar para borç verdim. İşte Mekke kâdısının imzâladığı ismi yazılı borç aldığına dâir senet." dedi ve senedi gösterdi. Sonra başka hacılar aynı şekilde şâhitlik yaptılar. Netîcede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu. Bu, Muhammed Harezmî hazretlerinin yardım ve kerâmetiyle olmuştu. Bundan sonra insanlar onun velî olduğunu söylemeye başladılar.
Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Şeyh Ahmed bin Berekât şöyle anlatır: Bir gece yatsı namazını evinde kıldı. Sonra mescide geldi. Bir müddet sonra oradan çıktı. Karanlık bir geceydi. Ben de yanındaydım. Yer, ayağımız altında dürüldü. Etrâfımızı nûrlar kapladı. Beldeleri, çölleri bir anda geçip Mescid-i harâma vardık. Kâbe´yi tavâf ettik. Gecenin bir kısmını namazla geçirdik. Sonra çıkıp bir anda Medîne-i münevvereye vardık. Resûlullah efendimizin mübârek ravdasını ziyâret ettik. Bir mikdâr da ibâdetle meşgûl olduk. Oradan da çıktık. Bir anda Kudüs´e Mescid-i Aksâ´ya geldik. Ziyârette bulunup, ibâdetle meşgûl olduk. Sonra bir anda Mısır´a vardık. Müezzinler sabah namazının ezanlarını okuyorlardı. Câmiye girip, sabah namazını edâ eyledik. Bu sırada Osman Kureşî hazretleri bana; "Ben hayatta iken sakın bu sırrı kimseye söyleme!" buyurdu. Ben de bu vasiyeti tuttum. Vefâtından sonra açıkladım."
Konya´nın büyük velîlerden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Şems-i Tebrizî hazretleri Konya´ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya´nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli´ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!" dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli´de buldu. Orada âlimleri bulup; "Cu- mâ namazı vakti geçmeden Konya´ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar, Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allahü teâlânın gazâbına uğrarsınız." buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: "Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya´da bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i Konevî de; "Siz kabûl edin, Allahü teâlâ müslümanları sevindirenleri mahcûb etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya´ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.
Osmanlı velîlerinden Şa´bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir se- ne kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçer- de nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıra- larda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım ede- cek bir yakını yoktu. Berâber geldiği kimseler, Mekke?den ayrılıp memle- ketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Mem- leket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir gün, yanına bir zât geldi. ?Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?? diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: ?Kâbe?nin Hanefî mihrâbı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu a- raştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini giz- lerse de, sen ısrarla; ?Derdime çâre!..? de. O hacı; ?Peki? diyerek, Hanefî mihrâbına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa´bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa´bân-ı Velî?yi göremedi. Bana bildirilen herhâlde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa´bân-ı Velî?yi gö- rünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; ?Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...? diye yalvardı. Şa´bân-ı Velî; ?Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız.? buyurdu. Hacı da sır sak- layacağını bildirince, Şa´bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunma- dığı yerde görüşerek; gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa´- bân-ı Velî?nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek mem- leketine gelmişti.
Anadolu velîlerinden Şeyh Abdurrahmân Şavirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleirinin Şeyh Ramazan Efendi hazretlerine tâbi olmasının sebebi şöyledir: Şeyh Ramazan Efendi Siirt?te talebelerinden Hacı Re- ceb?in evinde sohbet ediyordu. Sohbetinde sevgili Peygamberimiz Mu- hammed aleyhisselâmı medhediyor ve medhini şiir şeklinde söylüyordu. Bu sohbette Şeyh Abdurrahmân da vardı. Bir ara Şeyh Ramazan Efendi- ye; ?Resûlullah´ı öyle medhediyorsun ki sanki karşınızda görüyor gibisi- niz.? dedi. ?Evet Resûlullah?ı görüyorum.? deyince; "Biz bunca yıl ilim tah- sili ile meşgul olduk göremedik. Siz nasıl görüyorsunuz.? dedi. ?Resûlul- lah?ı görmek istiyor musunuz?? diye sordu. ?Elbette görmek isterim.? de- di. Sohbet bitip cemâat dağıldıktan sonra gusül abdesti almasını söyledi. Sonra yanına oturup; ?Gözlerini kapa." dedi. Anında kendini Medîne-i münevverede Şeyh Ramazan Efendi ile birlikte Resûlullah?ın huzûrunda buldu. Peygamber efendimiz Şeyh Abdurrahmân?a oturmasını Şeyh Ra- mazan?a da huzurda bulunanlara su dağıtmasını emir buyurdu.
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi ve büyük velîlerden Takiyyüddîn Hısnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, İslâm askeri Kıbrıs Adasını fethe gitmişti. Savaş başladı. Müslüman askerler, adanın yaban- cısı oldukları ve adayı iyi tanımadıkları için çok zâyiat veriyorlardı. Harbe katılan askerler arasında, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden birka- çı da vardı. Bu asker talebeler, bir akşam toplanarak, hep birlikte hoca- larından yardım istediler. Sabah olduğunda düşman askerleri ile savaşır- ken, hocalarını da aralarında gördüler. Askerler ile birlikte düşmana karşı saldırıyordu. Nihâyet İslâm askeri harbi kazanıp, zafer ile memleketlerine döndüler.
Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden harbe katılanlar, harb esnâ- sında gördüklerini, hocalarının zaferin kazanılmasındaki üstün gayretle- rini anlattılar. Harb esnâsında memlekette bulunan talebeler ise hayret edip; "Nasıl olur? Hocamız bir saat bile buradan ayrılmadı" dediler. Her iki talebe bölüğü de hayret etti. Sonra bu hâlin, hocalarının bir kerâmeti olduğunu anladılar. Hocaları Allahü teâlânın izni ile, hem memleketinde, hem de Kıbrıs Adasında harbin içinde bulunmuştu. Büyüklerden, buna benzer daha nice hâdiseler nakledilmiştir.
Rivâyet edilir ki, bir sene Dımeşk´dan bâzı kimseler hacca gitmişler- di. Medîne-i münevvereye vardıklarında, Takıyyüddîn Hısnî´yi de orada gördüler. Mekke-i mükerremeye geçtiler. Orada da gördüler. Arafât´ta vakfeye durduklarında o da orada idi. Yâni Takıyyüddîn Hısnî, kendileriy- le birlikte bütün hac vazifelerini edâ ediyordu. Onun, kendilerinden ayrı olarak hacca gelmiş olduğunu zannettiler.
Hac dönüşünde o kimseler, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerine gördükleri hâli anlattılar. Onlar da, hocalarının bir gün bile Dımeşk´dan ayrılmadığını, hep yanlarında bulunduğunu söylediler. Bu hâlin de, o zâtın bir kerâmeti olduğu, Allahü teâlânın izni ile, kerâmet olarak başka başka yerlerde görüldüğü anlaşıldı. Başka senelerde de aynı hâl vâki ol- muştur.
Büyük velîlerden Ahî Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri bir zaman, kendi kendine; ?Şu anda dünyâda kutup kimdir. Onunla görüşsem.? diye hatırına geldi. O zaman hocası onu teselli etti ve; ?Yûsuf evlâdım! Sen bir türlü kutup görme arzusundan vazgeçmezsin. Mâdemki öyle, şimdi filan yere git. İnşâallah arzun gerçekleşir.? buyurdu. O gece hocasının işâret ettiği yere gitti. Orada altı sâlih kimse gördü. Lâkin arzusunu ve hocasının dediklerini unuttu ve onlara nereye gittiklerini ve kimler olduklarını sordu. Onlar da; ?Bizler yediler denen Allahü teâlânın sevgili kullarıyız. Az önce içimizden biri vefât etti. Onun yerine geçecek kimseyi istişâre için kutb-ı âlemin yanına gidiyoruz.? dediler. Yûsuf Halvetî de kendileriyle berâber gitmek istedi. Onlar da; ?Peki gel!? dediler. Tayy-i mekân edip bir anda Kâbe-i muazzamaya geldiler. Tavâftan sonra bir eve gidip içeri girdiler. İçeride yüzü örtülü birisi vardı. Ona selâm verdiler. Hiçbir şey söylemeden bir meyyiti tabutuyla ortaya getirip namazını kıldılar. Sonra tabut semâya yükseldi. Sonra; ?Bunun yerine kimi münâsib görürsünüz?? diye yüzü örtülü kişiden sordular. O zaman Yûsuf Halvetî onlara; ?Bu işi bizimle istişâre etseniz olmaz mı?? dedi. Onlar da; ?Bu nasıl söz. Sen kendi hocanın dediğini bile unutmuşsun?? deyip sonra da başka birisini getirdiler ve onun yedilere tâyini yapıldı. Sonra da yediler oradan çıkıp, herbiri bir tarafa gitti. O yüzü örtülü zât da bir tarafa yöneldi. Yûsuf Halvetî onun peşinden gitmek isteyince, o; ?Yûsuf ne oldun nedir derdin?? diye seslendi. O zaman Yûsuf Halvetî bu sesi tanıdı ve başını kaldırıp baktığında onun kendi hocası Zâhid Efendi olduğunu anladı. Özürler dileyip ağladı. Hocası onun özrünü kabûl edip bir anda Şirvan?daki dergâhlarına döndüler.
Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri?nin huzûruna, bir gün, Hemedân?dan bir kadın, ağlayarak geldi ve dedi ki: ?Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.? Kadına; ?Sabredin? buyurdu. Kadın; ?Sabredecek hâlim kalmadı.? dedi. Bunun üzerine Yû- suf-i Hemedânî hazretleri; ?Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!? diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; ?Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?? dedi. Oğlu; ?Biraz evvel İstanbul?daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda mu- hâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.? dedi.
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Şeyh Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: ?Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî?ye, ikindi namazından sonra bu arzumu arz ettim. Bana; ?Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine gelecektir.? buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi okudum. Kendimi, Hısn-i Kehf?de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı sordular. Evimize girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir müddet kaldım. Köy câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî?yi görmeyi arzuladım. Annem ve babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O esnâda kendimi Birket-ül-Hâc?daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp arkadaşlarıma selâm verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi yapmadı. Onlara dokuz aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o esnâda hocam Metbûlî gelip; ?Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme.? buyurdu. Daha sonra vâlidem Mısır?a geldi ve hocama; ?Efendi, eğer güzel hatırınız olmasaydı, bir seneye kadar biz Yûsuf?u kolay kolay bırakmazdık.? dedi. ?Yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda göklere götürüp getirdi. Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, zamânı genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.?
Meşhûr velîlerden "Şeyh-üş-Şüyûh İbn-i Sekîne Mûsâ Sedranî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin kuyumculuk yapan bir müridi vardı. Bu mürid, Cumâ günleri dervişlerin, talebelerin seccâdelerini câmiye ge- tirir, namazdan sonra da toplayıp dergâha götürürdü. Yine bir Cumâ gü- nü seccâdeleri alıp birbirine bağladı. Dicle Nehri kenarına gitti. Gusül abdesti almak için nehre girdi. Suya girip çıkınca baktı ve oranın Dicle Nehri olmadığını gördü. "Burası neresidir?" diye bir kimseden sorunca; "Mısır´dır ve bu nehir Nil Nehridir." dediler. Hayret edip, oradan şehre git- ti. Bir kuyumcu dükkanına vardı. Üzerinde sâdece örtünecek kadar bir bez vardı. Kuyumcu onun da kuyumcu olduğunu ve başından acâib bir hâdisenin geçtiğini anladı. Ona hoş muâmele yapıp evine götürdü. Onu kızı ile nikâhladı. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bu hal üzere yedi sene geçti. Bir gün Nil Nehrine gidip suya girdi. Sudan başını çıkarınca, ken- dini Dicle kenarında buldu. Yedi sene önce suya girdiği yer ve elbiseleri de koyduğu yerde duruyordu. Elbiselerini giyinip dergâha gitti. Dervişle- rin seccâdelerini bağladığı gibi buldu. Ona çabuk ol cemâat mescide girmeye başladı demeleri üzerine, seccâdeleri mescide götürdü. Na- mazdan sonra da dergâha döndü. Başından geçen hâle çok şaşırmış bir halde evine döndü. Hanımı; "Misâfirler için balık pişirmemizi istemiştin. Balık pişti hazır, misâfirleri getir." dedi. Gidip misâfirleri getirdi balık yedi- ler.
Sonra hocası İbn-i Sekîne´nin evine gidip, başından geçen hâdiseyi anlattı. "Mısır´daki çocuklarını gidip getir." buyurdu. Bilâhare gidip getirdi. Hocası ona; "Sen Dicle´ye girdiğin sırada hatırında ne vardı?" diye sorunca; "Hatırımda meâlen; "Rabbinin indinde bir gün, saydığınızdan bin sene gibidir." buyrulan âyet-i kerîme vardı. Bunu düşünüyordum." dedi. Hocası; "Bu hal, Allahü teâlânın rahmetidir. Senin müşkülünün halli ve îmânının tashihidir. Allahü teâlâ bâzı kullarına mahsus olmak üzere zamânı böyle uzun yapmaya ve yine kısa göstermeye kâdirdir." buyurdular.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Mevlânâzâde Nizâmeddîn hazretleri anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır
Allah’ın sevgisini tatmadan sakın bu fâni dünyadan göçmeyesin.
O’nun sevgisinin tadı, yiyecek ve içeceklerde bulunmaz.
Çünkü bunlardan istifade etmede kâfirlerle hayvanlar sana ortaktır. Sen Allah’ın zikrinin tadını almakta ve cem makamına muvaffak olmakta meleklere ortak ol.
Ruhlar, nefislerin serpintilerine tahammül edemez. Dünya leşine battığında bu halinle ‘ın huzuruna çıkmaya layık olamazsın. Çünkü günahla kirlenmiş olanlar Allah’ın huzuruna alınmazlar.O halde kalbini temiz tut ki, gaybın kapıları sana açılsın.
Günah işlemeyi bırakıp, zikir ve tevbe ile Allah’a dön.
Kapıyı ısrarla vurana kapılar açılır. İnsanların birbirine karşı iyi ve dostça davranışları olmasaydı, bunları sana anlatmazdım.
Rabiatü’l-Adeviyye:’Bu kapı ne zaman kapandı ki açılsın.
‘demiştir. Fakat ey kişi! Bu seni Allah’a ulaştıran kapıdır.
Kalbinin Allah’ın birliğinden habersiz ve bu konuda dikkatsiz olmasından sakın.
Zikredenlerin birinci basamağı, Allah’ın birliğini ve tekliğini anmaktır.
Zâkirlere kapının açılması ancak ‘ın birliğini anmalarından dolayıdır.
O’nun rahmetinden kovulanlar da ancak yaptıkları işin önemini kavramaksızın, körü körüne, bilinçsizce Allah’ı zikrettikleri için kovulmuşlardır.
Zira Allah’ı zikirde sana ancak nefsin muhalefet eder. Yaratıklara olan sevgin ne çok, Allah’a olan sevgin ise ne az!
Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevme kapısı sana açılmış olsaydı, elbette seni şaşırtan çok şeylere tanık olurdun.
Gecenin ortasında uykuyu bölüp, kıldığın iki rekât namaz, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Hastaları ziyaret etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Cenaze namazını kılman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Müslüman kardeşine yardım etmen, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir. Eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırman, Allah ile karşılıklı olarak birbirinizi sevmektir.
Yere bırakılmış kılıcın onu savuracak bir kola ihtiyacı vardır. Senin için Allah’ı zikirden daha faydalı ibadet yoktur.
Çünkü zikir ayakta duran, rükû ve secde yapamayan yaşlılar ve hastalar için de kolay bir ibadettir.
Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını, âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler
.
Sen hiç satın alınır alınmaz hizmet etmeye elverişli köle gördün mü?! Bilakis o önce bir eğitimciye verilir de o onu eğitir, ona edep ve terbiye kazandırır.
Eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamladığında hükümdara hizmet etmeye başlar. Velilerin yaptığı da budur.
Öğrenciler, onların himmetiyle huzura varacakları güne kadar onlarla beraber olurlar.
Yüzme hocası, birine yüzmeyi öğreteceği zaman o kişi yalnız başına yüzebilecek seviyeye gelinceye kadar onunla yanyana yüzer.
Artık o yüzmeye başladığında ise onu korkusuzca denize salabilir.
‘Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılamaz.’
diyen düşünceden uzak dur.
Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.
Velilerden sadır olan, su üzerinde yürümek, havada uçmak, gizli şeyleri haber vermek ve suyun kaynayıp çıkması gibi harikulade haller, peygamberin doğruluğuna şahittir.
Çünkü velilere verilen kerametler, peygamberlerinden dolayıdır.
İbn Ataullah İskenderî
Yazar: Güllerin Efendisi
Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Hepimizin Üzerine Olsun.
Bu yazıya toplam 1 yorum yazılmış, sende yorum yazmayı unutma!
Ergin demişki;12/09/2012
Yüce Rabbimin Rahmeti ile Bütün İnsanları Bağışlasın